3 Ağustos 2024 Cumartesi

Sev da (da ayrı)

Akıp giden tarih değil benim şimdi

Var olma arzusunun yok olma korkusuna karıştığı o yerde

İçimde adımı dünya durdukça yaşatacak bir şeyler yapma kurgusu

Beni dünyaya ilendiren ve kendime bilendiren işte bu

Ne me gerekti yoksa sözcüklerin burgusu


Beni köyümün yağmurlarında boğacak kadar su düşüyor şimdi toprağa

Ne iklim ne mevsim ne bu şehir ne bu ışıklar tanıdığım bildiğim

Ne de adı konmuş bir sevda

Hani ya, sen bana bir hikaye anlatacaktın sevdiğim? 

Bunca selgah, bunca su, bunca kuyu

Bunca hengame hangi fidanın cansuyu


Yine de bazı şeyler aynı eskisi gibi

Caddeler, sokaklar, binalar değişmiş ama 

Adınla yürüdüğüm duraklar aynı mesela

Su hala durgun akıyor ve görünmez kirinden nehrin dibi

Bir sırrı yedi kat elden gizler gibi

Ben de geçiyorum işte seninle benden

Duvarların çivilerde bıraktığı izler gibi


Dünya dedikleri altı üstü bir an, bir zaman, birkaç arşın... 

Üstü kalsın

Var olma korkusunun yok olma arzuna karıştığı bu yerde

Akıp giden nehir değil benim şimdi

Tarih kendine yansın. 

5 Temmuz 2024 Cuma

Düğüm yahut sarılınca geçmeyen

Bazen boğazımdaki düğümü çözecek gibi oluyorum

Bazen o beni çözüyor ne yalan söyleyeyim

Yaş aldıkça daha az kitap okuyorum

Bi bakıma daha az yaşadığımı hissediyorum demek bu

Böyle hayal etmemiştim.

Gözlerimde kan birikiyor gün aşırı

Bir de içli şiirler okumaksızın

Hayata içerleme yolunda ilerliyorum.


Ama bazen, belki nadiren yahut binde bir

Böyle çok güzel sözler ettiğim hissine falan kapılıyorum

Sonra acaba bu benim sesim mi diye şaşırıyorum

Başkalarının hırkalarını giye giye

Başkalarının fıkralarını duya dinleye

Yeni bir ben inşa etmek istiyor,

Eski benin içinde çok sıkı-yıkılıyorum


Az biraz tarihi olan bir nesne veya bir yer görünce

Kim bilir burada ne hayatlar yaşandı

Ne düşünüldü, ne hayaller kuruldu,

Ne tatlara yahut acılara varıldı diye diye

Derin derin düşüncelere kapılıyorum,

Sonra diyorum tüm bu sancılar 

-yahut sanrı da denebilir- nene gerek senin

Niçin bazı deniz kıyılarında sular değil de dalgalanan sanki benim.

Anlatamamaktan şikayet edecek yerde değilim

Ben daha çok, anlamıyorum.


Tanrım, bir anlam arıyorum başlamayan ve bitmeyen

Yine de bilirim ozanlar haklı

Bir ayrılık bir yoksulluk bir ölüm

Sarılınca geçmeyen. 

26 Haziran 2021 Cumartesi

Kendine İyi Bak

 


Mürekkep, rengini gecenin karanlığından alır; ama günün ışığıdır şairlerin yazdığı. Tam burada “Bir şiirin gölgesinde büyüyen gül bahçesine bahçıvan olmaya talibim!” diyerek ileri atılırdım, biraz şiirden anlasam. O vakit dünyayı şen gönüllerle çocuklara bırakan şairlerin ceplerindeki tohum tanelerini toprağa düştükleri yerden belki anlardım. Belki o an karmaşık cümleler kurmaktan vazgeçer; sade ve anlaşılır cümlelerle derdimi dökerdim denizlere. Evet, öyle yapardım. Utanmasam birbirine çarpa çarpa geçen insanların yakalarına yapışıp onlara şu soruyu sorardım: “Kardeşim, söylesene, neden birileri bir avuç gökyüzü serpsin diye bekliyoruz yüreğimize?” O vakit ağlardı gökyüzü. Biraz hâlimden anlasa.

Büyük toplumsal yaralanmaların ardı sıra sıkça duyduğum bir şey var: Başkasının yardımına koşan insanların yaşadığı olumsuzlukların üstesinden gelmede daha başarılı olduğu. Depremzedelere yardım eden bir başka depremzede, mültecilere yardım eden bir başka mülteci, esirlere yardım eden bir başka esir, bir başkasının yarasını saran bir yaralı… Kim bilir, iyilik etmekle iyileşmek arasındaki o kutsal köprüde kaç hikâye yaşandı, kaç kitap yazıldı ve onlar üzerine kaç film çekildi? Birine yardım etmekle yaşama anlam katmak ve başka birine yardım etmekle aslında kendine yardım etmek arasında güneş ile sıcaklık arasındaki bağa benzer bir bağ varmış gibi gelir hep bana. Tek başına güneşin varlığı dünyayı aydınlatmaya yetebilir ancak ısıtmaya yetmez, dünyamızın ısınması için kara bulutların dağılmasına da ihtiyaç var. İşte bu sıcaklık; mesela mahzun bir çocuğun saçını okşayınca, yardıma ihtiyacı olan birine el uzatınca, birinin sırtındaki yüke omuz verince, bir başkasının gözündeki acıya ya da dilindeki sızıya kulak kesilince ortaya çıkar. O sıcaklık, sen aynaya bakınca değil ayna sana bakınca ya da okuduğun kitaptan bir anda gözlerini çevirip kendini okumaya çabaladığında ortaya çıkar. Ne var ki üşüyoruz.

 Her gece yastığa başını koyduğunda ölümün kıyısında gezinen insanın gözünü yeni bir sabaha açtığında ölümsüzlük yanılgısına düşmesi ne acı! Halbuki ikinci bir fırsat var mı yeniden yaşamaya? Düne dair değiştirebileceğimiz ne var elimizde, kelimelerden başka? Kelimeler dediysem tüm o resmi yeni bir çerçeveye yerleştirmekten ötesi değil.  Ama insanız, çabuk unutuyoruz, kendimizden uzaklaşma konusunda en hızlı arabalarla yarışırız. Kendimize dönmek içinse sahici sebepler araştırırız. Üstelik öyle her sarsıntıda yetmez bizi kendimize getirmeye.  İnsanız ya, sonu yok sanıyoruz, alışığız yani ölümün kıyısından dönen yaşamlara. Lakin kendinden uzağa düşmüş yaşamın kıyısından dönen yaşamlara bile şaşırmıyoruz.

Şarkı bitiyor, şair ölüyor, perde kapanıyor. Geriye kimsesiz bir hüzün kalıyor. Çiçekten esirgenen suyun, gözyaşından kaçırılan mendilin, düşene uzatılmayan elin, kendi gerçeğine yabancı bir dilin, kendi rengine küsmüş bir gülün hüznü… Tam kalkıp gitmeye yelteniyorum ki ardıma dönüp baktığımda bir de ne göreyim, şairin şarkısı düşüyor perdeme. İşte budur diyorum, bittiği yerden başlayan hayat, işte bu. Böylece kuşların gökyüzünde bıraktığı izlere ve ehlinin dillerde bıraktığı sözlere tutunarak hayatta kalmayı başarabiliyoruz belki de. Ehli dil demişken okuduğum bir kitaptan hatırımda kalan Hacı Bektaş-ı Veli’ye ait “Hararet nardadır, sacda değildir / Keramet baştadır, tacda değildir / Her ne arar isen kendinde ara / Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.” mısraları ne zaman aklıma düşse tepeden tırnağa ürperiyorum.

            Sakasını arayan bir suyun susuzluğuyla akıp giderken hayat, bir yudum su da biz nasiplenelim niyetiyle düşerken yola, kendi kendime şöyle mırıldanıyorum: Kendine bir iyilik yap, kendine ‘iyi’ bak! Göreceksin; sen iyiliğin yolcusu olduğunda yol da seninle güzelleşir, yolculuk da. Uğurlar ola!

16 Ocak 2020 Perşembe

Kül


Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak…”
Mehmet Âkif Ersoy
            Uyumak istedim, sadece uyumak ve alev topu kesilen gözlerimi uykunun serin sularına usulca daldırarak sadece yaşıyor olmanın gereklerinden birini yerine getirmek… Ama beceremedim. Şehirlerarası otobüsten inip köy minibüsüne aktarma yaptıktan sonra başımdaki ağrının neyin çağrısı olduğunu sorgularken içim geçmiş. Minibüs bozuk köy yollarında ilerlerken uykusuzluktan yorgun düşen başım her çukurda camdan geri sekiyor ve sonra tekrar cama yapışıyordu. Gözlerimde kan nehirleri dolaşsa da yarı açık gözkapaklarımın arasından çocukluğumun geçtiği topraklara bakıyordum. Bir yandan geçmişi hatırlamak dudaklarıma buruk bir tebessüm olarak yansıyor öte yandan geçmişe duyduğum yabancılık hissi burnumun direğini sızlatıyordu. Köye yaklaştıkça heyecanım artıyor, avuç içlerimdeki tomurcukları dizlerime silmek zorunda kalıyordum.
            Dağlar üstlerindeki karları silkeleyip çoktan içlerindeki çiçeği böceği ortaya dökmüştü. Çağıldayan nehre, neşeyle hoplayıp zıplayan hayvanlara ve yemyeşil otlara bakınca kendimi yıkılmaz kaleler ardında güvende hissediyordum. Arabayı saran saman ve ahır kokusunun karışımı artık arabaya ilk bindiğim anda olduğu kadar rahatsız edici gelmiyordu. Böyle olur dedim kendi kendime. İnsan içinde yetiştiği kokuyu garipseyebilir ondan bir müddet uzak kalınca. Sonra etrafıma şöyle bir göz gezdirdim. Kimsenin değil kokudan rahatsız olmak bu kokuyu aldığından bile emin değildim. Minibüs köy meydanına varmak üzereyken karşısına çıkan koyunlar yüzünden sert bir frenle durmak zorunda kaldı. Ön koltuğa yapışıp kendi koltuklarımıza geri döndükten sonra bu ani duruşa homurdanarak birer ikişer ayaklandık. Kucağımdaki sırt çantamı sırtıma sallayıp minibüsün arkasındaki bavulumu aldım. Eve doğru birkaç adım attıktan sonra arabadaki kokuyu köyden de alınca istemsizce yüzümü buruşturdum. Uzun zaman şehirde kalıp da köye gelince köyün kötü koktuğunu söyleyenleri pek hoş karşılamadığımız geldi aklıma, utandım ve halime güldüm. Uzun zamandır hareketsiz oturmanın verdiği bacaklarımdaki karıncalanma hissi ve hafif seğirmelerle eve doğru yürümeye başladım.
            Meydandaki çeşme sanki az sonra sular kesilecekmiş gibi akıyor civardaki üç beş çocuk ceplerindeki misketleri şakırdatarak bisiklet yarışı yapıyorlardı. Hayvanları sulamaya getiren Neşe teyzeyle karşılaştık, okul ve İstanbul üzerine sohbet ettik. Neşe teyze evdekilere selam ve gözaydınlığı gönderdi. Yol boyunca Yakup amca, Cemal amca ve Rasim dede ile de benzer konuşmalar geçti aramızda. Yürümeye devam ederken köyde herkese dayı, amca, teyze ya da hala diye hitap ettiğimizi düşündüm. Şehirdeki hanım ve beylerden uzak daha yakın ve samimi olduğumuzu hissettim. Köyün adını taşıyan bir ailenin üyesiydik sanki hepimiz ve her birimiz buranın taşı, toprağı, suyu, çimeni gibi buraya aittik. Şehirlerdeki ne köylü kalabilmiş ne de şehirli olabilmiş kendini bir yere ait hissedemeyen insanlar gibi değildik. Kimse buranın taşı toprağı altın diye buraya gelmemişti. Aksine çoğu buranın taşından toprağından hayır gelmeyecek diye yükünü toplayıp bir hayır görmek umuduyla şehirlere göçüp gitmişti. Kimisi aradığını bulmuş, kimisi bulduğuna razı olmuş, kimisi gerisin geri köyünün yolunu tutmuştu. Peki, kalanlar niye kalmıştı? Güneşi en önce karşılayan ama güneşin pek ısıtmadığı, kışın çetin, geçimin güç olduğu bu toprakları niye beklemişti? Gidecek yerleri ya da güçleri olmadığı için mi, gidecekleri yerlerde tutunamamaktan korktukları için mi, iyi ya da kötü var olan düzenleri bozulmasın diye mi? Niye? Şüphesiz herkesin kendince geçerli bir sebebi vardı, nasıl ki giden bir sebebini bulup gittiyse kalan da bir sebebe tutunup kalmıştı işte.
            Köşeyi döndüm, köy ekmeğinin kokusu doldu ciğerlerime. Özlemişim, hem de nasıl. Bahçedeki yeşilin canlılığını, etrafta böcek kovalayan tavukları, serinlikte dinlenen kazları, yuvasındaki Duman’ı görünce gayriihtiyarî gülümsediğimi fark ettim. Kolu çevirsem açılacağını bildiğim kapıyı sanki yabancı biriymiş gibi yumruklayarak çaldım ve açılmasını bekledim. O sırada salonun perdesinin kıpırdadığını ve içeriden birinin hızlıca kapıya koşarken şaşkınlıkla “Anne, Emre gelmiş!”diye bağırdığını işitmiştim ki saniyeler içinde kapı açıldı. Küçük ablam Sultan eşiği aşıp boynuma atıldı. Elimdeki çantaları yere bırakıp ben de ona sarıldım. Az sonra “Gelmeme o kadar üzüldün ki beni soluksuz bırakıp öldürmek istiyorsun.” diye takılınca kollarını boynumdan çözüverdi. Biraz geriye çekilince gözlerinin buğulandığını gördüm, o sırada benim de gözlerim dolmuştu. Çantalarımı içeriye almama yardım ederken soru yağmuruna çoktan başlamıştı ki birden aklına annemlerin fırın damında olduklarını söylemek geldi. “Gidip haber vereyim.” deyince onu durdurdum ve sürpriz yapmak istediğimi söyledim. Ablamın az evvel geldiğimi sadece anneme değil tüm köye duyurmak istercesine bağırdığını göz önüne alarak annemlerin onu duymamış olmaları için dua ettim. Neyse ki bizimkilerin fırın damı adını verdiği yer o an içinde bulunduğum yeni yapının yanında bulunan eski taş evde yer alan bir iç odaydı.
Evden çıkıp eski taş eve doğru geçtim ve aradaki birkaç avluyu sessizce aştıktan sonra yarı açık duran kapıyı iteleyip “Fatma ana hele ordan bize bi’ haçapur ver de aç karnımızı doyuralım.” dedim. Annemin fırın ateşinden kızarmış, undan aydınlanmış yüzü biraz daha kızardı ve biraz daha aydınlandı sanki. Elindeki fırın küreğini önündeki sofraya bırakıp kollarını açarak ayağa kalktı. “Sonunda evin yolunu hatırlayabildin be hayırsız!” demeyi de ihmal etmedi. Ben de kucaklaşmak için sırada bekleyen büyük ablam Çiğdem’e yönelirken “Babamın tayyaresi var da benden mi esirgiyorsunuz anacağım, anca gelebildik işte.”  diye karşılık verdim. Yoldan, yolculuktan, okuldan sorular art arda gelirken Çiğdem ablam haçapur siparişimi çoktan hazırlamaya başlamış ve fırına vermesi için anneme paslamıştı. Tulum peyniri, tereyağı ve köy ekmeğinin buluştuğu bu yiyecek önüme geldiğinde afiyetle yedim. Babamı ve dedemi sorup biraz sohbet ettikten sonra yorgun olduğumu, Cuma vaktine kadar uyumak istediğimi söyleyip beni salâ okunurken uyandırmalarını rica ederek uyumak için müsaade istedim ve fırın damından ayrılıp eve geçtim. Ben yüklükten yün döşekle yün yorganı alırken Sultan ablam da kaz tüyü yastık getirdi. Yastığa başımı koyduğumda çocukluğumun kokusunu ve evde olmanın huzurunu duyduğumu hatırlıyorum sonrası sanki beyaz bulutlar üstünde salınan bir uçurtma…
            Birkaç saat sonra omzumdaki hafif sarsıntı bulutlar üzerindeki yolculuğumu sonlandırmaya yetti. Sultan ablam Cuma vaktinin yaklaştığını biraz daha uyursam yetişemediğimi söyleyince yataktan fırladım. Köylerde sular henüz yeni yeni evlere bağlanıyordu. Eskiden çeşmelerden, derelerden kovalarla omuzlarda ya da at arabalarında taşınan suyun yerini şimdilerde musluklardan akan su almaya başlamış ve insanları büyük bir zahmetten kurtarmıştı. Daha önce köyde güğümlerle ve maşrapalarla kullandığımız suyun musluktan aktığını görmek içimi bir hoş etmişti. Besleme çekip abdestimi aldım ve temiz kıyafetler giydikten sonra caminin yolunu tuttum. Tabi camiye varıncaya dek köye yeni geldiğimi gören insanların sevgi ve muhabbetine aynı zamanda köyün okuyan nadir gençlerinden olduğum için duydukları saygıya mazhar olmak gururumu okşamadı desem yalan olacak.
Camiye vardığımda dedemin her zaman oturduğu sandalyenin yer aldığı ağaç sütunun yanına yöneldim ve selam verip dedemin dizinin dibine oturdum. Beni fark edince kalkıp eline sarılmak istedim ama aynı eliyle omzuma bastırarak beni durdurdu ve “Ve aleyküm selam sefa geldin, namazdan sonra inşallah.” diye fısıldadı. Hasret gidermeyi namazdan sonraya erteleyerek cumayı eda ettik. Namaz bittiğinde kalkıp dedemin elini öptüm, sarıldık. Cemaatin namazın kabulü için tokalaşma faslına eşlik ettik. Yine bu sırada dedeme göz aydınlığı verenlere ve benimle ayaküstü sohbet edenlere karşılık verdik. Ardından ağır adımlarla eve doğru yürüdük. Dedem yol boyunca İstanbul’daki akrabaları soruyordu. Tanıdığım tanımadığım bir sürü isim ve bir o kadar da lakap -malum yiğit namıyla anılır derler- duydum. Herkesin hallerini hatırlarını sordu. Ben de bana iletilen selam ve duaların hatırladığım kadarını aktarma gayreti gösteriyordum. Dedemin bastonuyla eş zamanlı olarak attığımız adımları izlemekten geri kalan vakitte de bahçelerdeki ağaçlıklara göz atıyor, kuşların şarkılarına kulak kabartıyordum. Böyle böyle eve vardığımızda bizi karşılayan kurulu sofrada öğle yemeğimizi yedik. Annem ve ablamlar evin işleriyle meşgul olurlarken ben de dedemin bahçedeki uğraşlarına yardım etmeyi kendime vazife belledim. Dedemin zaten bir bastonu vardı ama ben birkaç aylığına ikinci bastonu olayım istedim.
Dışarıya çıktığımızda dedem bana kazma küreğin yerini tarif ettikten sonra eski evin iç avlusunda birkaç dakikalığına kayıplara karıştı. Elimde kazma ve kürekle bahçeye çıkıp ağaçlığın etrafında gezinirken kucağında birer bebek gibi hassasiyetle taşıdığı birkaç çam fidanıyla çıkageldi. Fidanları böyle taşıyışından ziyade elinde bastonunun olmayışı dikkatimi çekti, şaşırdım. Onu bastonsuz hayal edemediğimi hatta bastonunu sanki bir organ gibi vücudunun ayrılmaz bir parçası olarak gördüğümü fark edince ürperdim. Zira üç beş yıl öncesine kadar elinde görmediğim bu ağaç parçasına gözlerim o kadar alışmıştı ki içim cız etti. Dedemin gençliğinde ne kadar iyi bir at binicisi olduğunu, değil bütün köy bütün şehir bilir hatta yeri gelince söz meclislerinde bir destan gibi anlatılırdı. Yaşı o vakitlere erişenler başlarını onaylayarak sallar, ilk defa dinleyenler ise -ki bir zamanlar ben de onlardan biriydim- hikâye bittikten sonra bile bir müddet açık kalan ağızlarını kapatamazlardı. At binmesi kadar yetiştirdiği atlarının hızları ve güzellikleriyle de tanınan bu ihtiyar adamın eski günlerine dair duyduğum en güzel söz ise oğlundan, yani babamdandı. Onun deyimiyle, “Deden atına bindi mi herkes attan inerdi.” Şimdi bir adımını öteki adımından daha ileriye atamayan bir adamın bir zamanlar böylesine harika bir at binicisi olduğuna, hatta ileri yaşlarına değin ata üzengisiz tek sıçrayışta bindiğine kim inanırdı ki? Bu soruya dedem kadar yaşayanlar inanırdı dedim önce ama sonra asıl onun kadar yaşayanların bu duruma inanmakta en çok zorluk çekenler olduğuna hükmettim kendimce. Hem sönmezden evvel bir mumu nasıl inandırabilirsin ki tükendiğine, hadi yaptın diyelim, asıl o zaman söndürmüş olmaz mısın kendi elinle?
Bir yandan elindeki fidanları bir ağaç dibine bırakırken öte yandan göz ucuyla beni izleyen dedemin “Adı ne?” sorusuyla daldığım düşüncelerden sıyrılıverdim ve anlam veremediğim bu soru karşısında biraz da kekeleyerek “Ne-neyin adı?” diye sordum. “Bu kadar kısa sürede o kadar uzaklara gittiğine göre bir yavuklun olsa gerek.” karşılığını verdi. Yavuklun lafı geçince kıpkırmızı kesilen yüzümü ve gözümün önüne gelen her sabah okulun bahçesinde karşılaştığım boynundan hiç çıkarmadığı fuları gözleri kadar mavi olamayan kızı düşünmemeye çalıştım. Dilimin ucunda biriken ‘Ben adını biliyor muyum ki sana da söyleyeyim.’ lafını yutup “Yok dede onu da nerden çıkardın, bir anlığına dalmışım.” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalıştım. Ardından hızlıca kazma küreğe sarılıp dedemin gösterdiği yerleri kazmaya koyuldum. Bir yandan toprak ve ağaçlarla ilgili neyi nasıl yapmak gerektiğine dair tecrübelerini dinliyor öte yandan körpe fidanları toprakla buluşturmadan önce yaptıklarını izliyordum.
Beş fidanı da toprakla buluşturduktan sonra fidanların diplerine ayaklarıyla iyice bastırdı ve bir kova su getirmemi istedi. Az sonra getirdiğim bir kova suyu beşi arasında pay ettikten sonra ellerindeki ve dizlerindeki toza bakıp gülümsedi. Bana dönerek “Şimdi, şu ihtiyar toprağa girecek yaşı çoktan geçmişken ne demeye toza toprağa bulanıyor demiyorsun değil mi a oğlum?” diyerek kendince aklımı okuduğunu düşündüğü bir soru sormuştu. Bense “Yok dedem estağfurullah, ellerin dert görmesin. Hiç öyle şey der miyim?” deyince; “Hay yaşa! Deme zaten. Dersen o gölgesinde oturduğun ağacı utandırmış olursun. Benim babam yani senin büyük deden neme lazım deseydi sırtını yasladığın ağaç şimdi orada olmazdı.” diyerek dikkatimi sırtımı yasladığım ağaca yönlendirdi. Başımı geriye doğru ittiğimde kocaman açtığı kollarıyla sanki tüm gökyüzünü kucaklamak isteyen kayın ağacına bakıp gülümsedim ve “Allah her ikinizden de razı olsun.” dedim. Bir müddet sessizce oturup ağaçları, kuşları ve tatlı tatlı esen rüzgarı dinledikten sonra yeleğinin cebinden köstekli saatini çıkarıp “Amma oyalanmışız haa, şimdi na şöyle bir ağaç da Derviş Çavuş olmuştur.” dedikten sonra kalkmak için benden destek bekledi, yardım ettim. Abdestlerimizi tazeledik ve müezzin efendinin eli kulağındayken caminin yolunu tuttuk.
İkindi namazını kıldıktan sonra Cuma vakti dolup taşan camiden şimdi yedi kişinin ayrıldığını görünce cebimden not defterimle kalemimi çıkarıp: Yalnız karlar eriyince çağıldayıp coşan derelerin ve yalnız Cuma vakitleri dolup taşan camilerin burukluğu var üzerimde cümlesini yazdıktan sonra Derviş Çavuşla dedem Seyfettin Çavuşun ardı sıra köy meydanına yürüdüm. Çavuş dediysem bu ‘lakap’ I. Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi’nde çocuk yaşlarına rağmen at koşturarak orduya yardım eden bu iki ihtiyara köy halkı tarafından verilen unvandı. O günlere dair yaşananları köy eşrafından defalarca duymuş olsak da henüz ilk ağızdan dinlemek nasip olmamıştı. Nicedir içimde yuvalanan bu hikâyeyi dinleme fikri için uygun bir zemin oluşması duasıyla Derviş Çavuş’un köy bakkaliyesine yürüdük. Meydandaki bakkala vardığımızda Derviş Çavuş cebindeki bez keseden anahtarını çıkarıp bakkalın kapısını açınca burnuma kilo usulü satılan açık bisküvi kokusu geldi, onlara fark ettirmeden derin bir nefes alıp gülümsedim. Bakkalın önündeki sundurmanın altında bir müddet oturduk. Bir fırsatını bulup savaş yıllarını anlattırmak istiyordum. Ama nafile. Her ikisi de pek konuşmuyordu, konuştuklarında ise ağızlarından çıkan cümlelerin sayısı biri ikiyi geçmiyordu. Dedem iki elini de dikine tuttuğu bastonunun üzerine koymuş ve çenesini de ellerinin üzerine yerleştirmiş köy meydanına bakıyor ve oturduğu yerde uyuklamaya başlayan Derviş Çavuş’u muhabbetlerine ortak etmeye çalışıyordu. Çok sürmeden dedem Derviş Çavuş’a göz ucuyla bakıp “Çavuş nedir bu halin? Kaç zamandır ayakta uyuyorsun.” deyince Derviş Çavuş’un olduğu yerde kıpırdanıp vücudunu dikleştirdiğini ve birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra gözlerinin nemlendiğini gördüm. Hafif bir iç çekişin ardından sanki benden utanırcasına dedeme doğru eğilerek şöyle fısıldadığını duydum: “Ne dersin Seyfo, Hatçe öleli beri uyku uyuduğumu hatırlamıyorum.” Bunu duyunca yüreğimde şimşekler çakıverdi sanki. Dedem çenesini bastonundan çekip arkadaşının gözlerine iyice bir baktı ve sağ elini bastonundan ayırıp Derviş Çavuş’un dizine birkaç kez belli belirsiz vurdu. Bense sevdiklerini toprakla kavuşturmuş ve sevdiklerine kavuşmak için gün sayan bu iki ihtiyarı baş başa bırakıp arkadaşları görmek bahanesiyle oradan ayrıldım.
Akşam eve vardığımda babam da işten dönmüş kadro tamamlanmıştı. Elini öptüm, kucaklaştık. Bana bakarken gözlerinin içi parıldıyordu, hoşuma gitti. İstanbul’dan, akrabalardan, havadan sudan konuştuk. İlerleyen saatlerde bana yöneltilen sorular yerini yavaş yavaş yakın zamanda yaylaya çıkılacağına, hayvanlardaki hastalıkların nasıl hal çaresine bakılacağına, yaklaşan hasat zamanı için yapılması gereken hazırlıklara yönelik konuşmalara bıraktı. Derken sahiden de birkaç hafta içinde dedem, ben ve Çiğdem ablam yaylaya çıktık; annem, babam ve Sultan ablamsa köyde kaldılar. Yaylanın gür yeşilliği ve güzel havası hayvanlardaki hastalıklara iyi geldiği gibi sütün, yağın ve peynirin de bereketini artırdı. İzleyen haftalarda ise hasat zamanının başlaması dolayısıyla köyle yayla arasında mekik dokumaya başladık. Çiğdem ablamla ben gündüz tarlada çalışıyor, akşam ise yaylaya gidip oradaki işlere el atıyorduk. Hasadı kaldırmamız bir ay kadar sürdü ve bu sırada köye gelgitlerimiz de azaldı. Yayladan inmek içinse havaların biraz daha soğumasını bekledik. Çalışırken zamanın nasıl geçtiğini anlamaya pek fırsat olmuyordu ama bu zamanlarda da içilen bir damla suyun, yenilen bir tabak yemeğin, yayla meydanında yakılan akşam ateşinin etrafında söylenen türkülerin, yapılan muhabbetlerin tadına doyum olmuyordu.  İki ay kadar süren bu dönem yeşilin sarıya, yazın güze, sıcağın soğuğa evrilmesi ve okulun başlayacak olması dolayısıyla yönümün İstanbul’a çevrilmesiyle nihayet bulmak üzereydi.
Havalar soğuyunca yayladan köye dönüşler de başladı. Birkaç gün sonra ise Ardahan’a gidip iki hafta sonrası için İstanbul’a dönüş biletimi kestirdim. İnsan çocukken büyümek hevesiyle bir an evvel zaman geçsin istiyor ama biraz büyüyünce işin rengi değişiyor. Köye geleli iki aydan fazla olmuştu oysa bu gören gözler için iki saniyeden fazlası değildi. İstanbul’a dönüş yolu daha şimdiden gözümde büyümeye başlamıştı. Bunu düşünmemeye çalışarak annemlerin istediği öteberiyi aldıktan sonra köye döndüm.   
Köye varınca Çiğdem ablam: “İstanbul’dan Yılmaz diye biri aradı seni, okuldan arkadaşınmış.” der demez telefona sarıldım ve Yılmaz’ı aradım.  Beklediğim haberin Almanya’dan geldiğini ve eğitim için Almanya’daki önemli bir üniversiteye kabul edildiğimi söyledi. Kısa bir şokun ardından sevinçten yerimde duramadığımı fark ettim. Yılmaz’la bir müddet daha konuştuktan sonra telefonu kapatıp bu haberi evdekilerle paylaşmanın yollarını düşünmeye başladım. Eğitimime yurtdışında devam etme fikrim oldukça yeni sayılırdı ve biraz da şansımı denemek amacıyla birkaç ülkeye başvuruda bulunmuştum dolayısıyla ailemin bu durumdan haberi yoktu. Akşam yemeğinin ardından çaylar içilirken konuyu açmaya karar verdim ve öyle de yaptım. Ancak bu haberi verdiğimde herkesin yüzüne bir gölge düştü. Sanki güneş bir anlığına bulutların arkasında kalmış sonra tekrar belirivermişti. Kısa bir suskunluğun ardından babam ve ablalarım zoraki bir gülüşle tebriklerini ilettiler. Dedemse elindeki tespihi çevirmeye bir müddet ara verdikten sonra hiçbir şey söylemeden tespihini tekrar eski ritmiyle çevirmeye devam etti. Durumu en soğuk karşılayansa annem oldu ve henüz bitmemiş çayını tazelemek için ayaklanıp mutfağa geçti. Şüphesiz bu soğuklukta kardeşlerinin çalışmak için gittikleri Almanya’dan pek sık gelmemeleri etkili olmuştu. Ancak durumu etraflıca ele alıp onları anladığımı, gurbetliğin benim için de zor olduğunu ancak alacağım eğitimin ve öğreneceğim yabancı dilin geleceğim için ne kadar önemli olduğunu anlattığımdaysa buzlar biraz da olsa çözülür gibi oldu. Yine de annemin gözyaşlarının dindiğini görmek pek mümkün olmadı ve bu durum ben köyden ayrılana kadar hatta eminim ki ayrıldıktan sonra bile devam etti.
İstanbul’a dönmeden iki gün önce çocukken yaptığım gibi evimizin aşağısındaki kayalıklara oturup Kura Nehri’ne bakarak geçmiş ve gelecek arasında düşünürken cebimden defterimle kalemimi çıkarıp şunları yazdım: Nehirde koşan bir damlanın hep çok uzaklara çekip gittiğine inanırdım. Oysa yolda o damlaya denk gelen güneşin onu buharlaştırıp gerisin geri aynı yere yağmur olarak dökmediği ne belli? Bir müddet orada öylece oturup gökte uçan kartallarla, akıp giden Kura ile ve geçip giden çocukluğumla hasret giderdikten sonra evin yolunu tuttum. Bahçeye vardığımda dedemin güneşin altında gözünden sakındığı atı Rüzgâr’ı yıkayıp kaşağıyla saçlarını tararken buldum. Yanına varıp ona yardım ettim. Bu sırada dedemin sol kolunun altında bir yanık izi olduğu gözüme çarptı. Rüzgâr’ı yıkayıp saçlarını taradıktan sonra bahçedeki ağaçların gölgesine geçip oturduk. Dedem saniyeleri sayar gibi tespihini ‘tak tak’ çevirirken ona kolundaki yanığı sordum. Sözlerim kulağına değer değmez gözlerinin kısıldığı dikkatimden kaçmadı ve sanki yarasını yoklarcasına gayriihtiyarî olarak sağ elini yara izine götürerek kolunu okşadı. Bense kendimi birden o uzun zamandır beklediğim hikâyeyi hiç beklemediğim bir anda dinlerken buldum.
  “Sene 1915, aylardan Ocaktı. 93 Harbi’nden beri Çarlık Rusya’nın işgali altında olan Elviye-i Selase’de, Sarıkamış Harekâtı’nın harladığı özgürlük ateşiyle hareketli günler yaşanıyordu. Senelerce Kura Nehri’nin bir kıyısında Türkler öte kıyısında Ermeniler kardeşçe yaşamış, yeri gelmiş ekmeğini bölmüş, yeri gelmiş acısını paylaşmış, yeri gelmiş kız alıp vermişken; günü gelmiş Rus’un, İngiliz’in, Fransız’ın galeyanına gelerek eskiden sevgiyle sarıldıkları insanların boğazlarına o günlerde nefretle sarılır olmuştu. Köydeki bu evlerde babamla amcam, iki kardeş, birlikte yaşıyorlardı. Amcamın benden birkaç ay büyük bir oğlu vardı, adı: İsmet. İsmet’le ben bu bahçede koşar oynardık. Hayvanları güder, bir parça ekmeği pay edip yerdik. Kardeş çocukları gibi değil kardeş gibiydik anlayacağın. Öte yandan o kara günlerin etkisiyle savaş oyunlarıyla büyüyor ve çocuk aklımızla da olsa özgürlüğümüze kavuşacağımız günlerin hayalini kuruyorduk. Ailelerimizse bu esaretten kurtulmanın ve filizlenen kurtuluş ümidine omuz vermenin yollarını arıyorlardı. O günlerde amcam, İsmet’i de yanına alıp köyden Ardahan’a gitmişti. Rus askerleriyle Ermeni çetelerinin kol gezdiği şehirde bir ümit ışığı aramaya koyulmuşlardı. Bu sırada Rus birliklerinin, halkı bugünkü Halil Efendi Mahallesi’nde bir camide duyuru yapmak amacıyla topladıklarına şahit olmuş ve onlara karışıp camiye gitmişler. Rus askerleri ve Ermeni çeteleri 300 kadar Türk’ü bu camiye topladıktan sonra üstlerine caminin demir kapısını kapatıp camiyi ateşe vermişler.”
Gözyaşları hâlâ tütmekte olan yüreğindeki yangını söndürmek istercesine tespih tanesi gibi süzülüp göğsüne düşerken kolundaki yarayı ovuşturarak anlatmaya devam ediyordu. “Dediklerine göre üstlerine kapanan demir kapılı, dar pencereli ve yangının etkisiyle çöken camiden dışarı çıkmak mümkün değilmiş. Böylece camideki herkesi şehid etmişler. O gece biz eve amcamla İsmet’i beklerken ölüm haberleri geldi. Amcamın karısı, Gönül yenge, haberi alır almaz öyle feryatlar kopardı ki değil köyü; yeri göğü ayağa kaldırdı. O geceyi nasıl sabah ettik bilmiyorum. Ertesi gün babamla Gönül yenge, ben ne kadar ağlayıp sızlasam da beni yanlarına almadan Ardahan’a gittiler. Bir iz, bir ses, bir yaşam emaresi aradıkları ciğerparelerinin ancak küllerini bulabilmişler. Bu zulmün ardından mahalleden birkaç kişi yanık camiden çıkarabildiklerini furğunla taşıyıp mahalledeki mezarlığa defnetmişler. Olay duyulduğu her yerde büyük bir üzüntüye yol açmıştı. Yanarak ölenlerin seslerinin ve çırpınışlarının o mahallede yaşayanların hafızalarından silinmesi ise nasıl mümkün olabilsin? Hele ki eşini, çocuğunu, akrabasını yitirenlerin hali nice oldu, hiç bilmem.” der demez duraksadı sonra diline acı bir şey değmiş gibi devam etti: “Yo, hâşâ! Birini bilirim: Gönül yengem. Günlerce feryat figan ağladı ta ki dökecek yaşı kalmayana kadar. Sonraları yemez, içmez, hatta konuşmaz oldu. Annem lokmaları zorla ağzına tıkıştırıyor, ağzından bir iki kelam duymak için saatlerce dil döküyordu ancak boşuna. Komşular artık Gönül yengenin aklını yitirdiğini düşünmeye başlamışlardı. Ama bence asıl yitirdiği kalbiydi.” Derin bir iç çekti ve donuk bakışlarını bir müddet uzaklara çevirdi.
Elinin üzerinde bir ağaç kökü gibi yayılan damarlarına, içeri çökmüş yanaklarına ve şakaklarına baktım. Ağzında kalan birkaç diş ile ıslıksı sesler çıkardığından anlattıklarını işitebilmek için iyice dibine sokulduğumda konuşmaya devam etti. “Senin çocukluğundan beri gidip oturduğun şu kayalıklara da ‘Gönül Kayalıkları’ denmesi bundandır işte. Yengem sabahtan akşama kadar orada oturur, camide yakılan insanların yağlarının karıştığı söylenen Kura Nehri’ne bakar dururdu.” Bir ara acı acı tebessüm etti, sonra: “Kolumdaki bu yanık izine gelince, annem o günlerde beni Gönül yengemin yanından ayrılmamam için tembihleyip onu bir gölge gibi takip etmekle görevlendirmişti. Günler sonra bir gün kayalıklarda yengemin yanında oturup nehri izlerken İsmet’in üstüne düşen su damlasından bile hoşlanmadığı geldi aklıma. Aynı İsmet kim bilir etrafını saran alevler karşısında ne hissetmiştir diye bir merak sardı içimi. Sessizce oradan sıvışıp koşarak eve geldim, ocaktaki yanan ateşten bir parça odun alıp kolumu sıyırdım. Köz haline gelmiş odunu koluma bastırır bastırmaz bağırtım göğü aldı. Tam bu sırada Gönül yengemin elindeki su dolu güğümünü koluma döktüğünü ve beni omuzlarımdan tuttuğu ince parmaklarıyla kuvvetle sarstıktan sonra ‘Benim bir evladımı bu ateş aldı sen bir ikincisi mi olmak istiyorsun?’ deyip kemiklerimi çatırdatırcasına göğsüne bastırdığını hatırlıyorum. O günden sonra ona yenge demeye dilim varmadı. Beni oğlu yerine koyan yengeme anne demekten kendimi alamadım. Anneme bu isteğimi söylediğimdeyse gözyaşları patır patır döküldü. “Aferin benim akıllı oğluma!” deyip saçlarımdan öpüp bağrına bastırdığı hâlâ dün gibi hatırımdadır.”
Nedense birden eline kuru bir dal alıp bir yandan konuşurken bir yandan da söylediklerini çizmeye başladı. “Hayat dediğin nedir? Al eline bir çalı, biraz iniş biraz yokuş çiz, haydi yanlara birkaç çiçek birkaç da kuş çiz. Bu mudur?” Benden bir yanıt beklemediği besbelliydi, başını iki yana sallayarak devam etti: “Değil işte, öyle değil. Hayat tahayyül bile edemediklerine tahammül etmek zorunda kalışların toplamıdır. Çünkü insan tahayyül bile edemediklerine tahammül etmekle meşhurdur. Biz de başımıza gelenlere sabredip bir zaman sonra Kurtuluş Savaşı’nın da başlamasıyla Şark Cephesi’nde Kazım ve Halit paşaların önderliğinde yurdumuzu düşmandan kurtarma gayretine giriştik. İlk bölgesel kongreler bu bölgede toplanmaya başlamış ve giderek tüm yurtta karşılık bulmuştu. Hamdolsun o vakitler ben de ordumuza hizmet etme onuruna eriştim. Bak, Kazım Paşa’nın bir sözü vardır der ki: ‘Boğazlar boğazımız, Kars-Ardahan bel kemiğimizdir. Orası elde bulundurulmadıkça Anadolu’nun müdafaası zayıflar.’ Bu şiarda gücümüz yettiğince, elimizden geldiğince canımızı yurdumuza siper ettik. Camilerde insanlar değil kandiller yakılsın diye uğraş verdik. Hamdolsun ki Allah bizi muvaffak etti, Anadolu’yu müdafaa etme şerefine mazhar olduk.
Ya, evlat, işte böyle! Diyeceğim odur ki: nereye gidersen git oradaki çocukların gözlerini kan; gönüllerini kin bürümesin diye mücadele et. Ha, bir de yüzünü nereye dönersen dön, Anadolu’ya sırtını dönme!” Cebinden köstekli saati çıkarıp ufak bir ıslık çaldı. “Vakit ne çabuk geçmiş Ya Hu, az kaldı ki namazı kaçıralım!” deyip benden destek alarak kalktı. Abdest alıp camiye gittik. Dedemin anlattıkları o gün ve ertesi gün kafamın içinde dolaştı durdu. Hatta yolculuk için bavul hazırlarken de; anneme, ablalarıma, babama sarılırken de, dedemin elini öperken de ve dedem bana kehribar tespihini hediye ederken de… Gönül kayalıkları, Gönül yenge, İsmet ‘dede’, yanık cami, Anadolu, kül, Derviş Çavuş, Seyfettin Çavuş ve kehribar tespih…
Otobüs İstanbul için harekete geçtiğinde yoldaki diğer arabalara, otobüslere göz gezdirdim. Elleri çenelerinde uzakları seyredenler, yanındakine hararetle bir şeyler anlatanlar, gülenler, ağlayanlar, uyuklayanlar ve benim gibi uyuyamayanlar… Şunca insan dedim, şunca hayat, her biri farklı bir âlem. Kiminin cenazesi olmalı, kiminin yeni doğmuş bir çocuğu, kimi düğüne gidiyor olmalı, kimi boşanmış eşinden, kimi düş peşinde, kimi düşmüş düşünden… Ama işte hepsi aynı hikâyedeler dedim ve cebimden defterimle kalemimi çıkardım. Mürekkebimden ne damlarsa kâğıdıma o düştü. Yazacaklarım tükendiğinde kafamı çevirip ormanlığa baktım. Toprağı oyulmuş ağaçların yan yattığını ama umutla köklerine yaslanarak ayakta kalmaya devam ettiklerini düşündüm ve her birimizin Kura Nehri’nde akıp giden birer damla olduğumuzu. Buruk bir tebessüm yerleşti dudağıma. Camla başımın arasına hırkamı yerleştirip uyku karşısında ağırlaşan göz kapaklarımın yelkenleri suya indirmesini bekledim.
Uyudum, uyudum, uyudum ve bunu sadece yaşıyor olmanın bir gereği olarak değil tüm bu yaşananların bir rüya olduğunu umut ederek yaptım.

13 Ocak 2019 Pazar

Vazgeçti


Bazen bir karartı bekliyor insan, gecesini aydınlatacak. Oturduğu çayevinde evi olsun istediği kadını öyle bekliyordu adam. Çay gibiydi gece; hafif demli fakat güzel. Bahar geliyor muydu gidiyor muydu bilinmez, hava nemli. Bir karartı belirdi sokağın başında, bir kadındı sanki genç yaşında. Yorgun görünümlü, tavrı gizemli… Dizleri titredi adamın, uçurumun ucundaki yüreği titredi. Çaya uzandı eli, eli titredi. Dudaklarına gitti bardak, bardak titredi. Geldi oturdu kadın adamın karşısına öyle duygusuz, öyle belirsiz, selamsız ve bir hayli soğuk. Hava titredi.

Söylemeyegörsün biri, birine sevdiğini; gökyüzünün rengi değişiyor. Acımayan yerlerinden tutunmak istiyor insan acılara. Tutunamıyor. Kadın karşısında bekliyor adamın, kadın bir an evvel konuşsa da gitsem; adam sonsuza dek sussam da kalsa havasında. Çay bardağına uzanıyor eli kadının, bir bardak bitimi kadar vakti var adamın. Tanrım ne güzel çay içiyordu kadın, deniz bile hayran kalmıştı ki durulmuştu dalgaları. Sabırsızlığı artınca kadının, adamı beklemeden lafa girdi: “Çağırdın geldim, dinleyip gideceğim.” dedi. Ne desindi ki adam buna cevaben, seni seviyorum dese neyi değiştirebilirdi? Zaten can verir gibi bakıyordu karşısındakine, aydınlanmıştı da işte gecesi ancak erken kararacak gibiydi. Yıldızlara kaldırdı başını ‘acaba şunlar senin kadar aydınlatmıyor beni mi desem’ diye düşünse de vazgeçti. Denize baktı ‘şu serinlik, şu su sesi senin kadar serinletmiyor içimi mi desem’ diye düşündü, vazgeçti. Kadın çayını bitirmişti, kalkmaya yeltendi. Adam dokundu kadının eline “Bekle,” dedi, çıkardı cebinden üç beş bozukluk çayların parasını bıraktı masaya.

 Ölmeden evvel son arzusuymuş gibi bir mahkûmun baktı kadının gözlerine, ciğerlerini Sait Faik’in sözleriyle doldurdu, kalktı yerinden ve kuzeydeki evine yönelmeden evvel: “Sevmek, birini sevmekle başlar her şey. Burada her şey birini sevmekle bitiyor.” diyebildi ve yürüdü güneye doğru.



                                                                 Yunus Emre KARADAĞ
                                                                          Haziran 2015

10 Ocak 2019 Perşembe

Tanrıyı Oynamak

“Görünüşe göre ölüm, ölümsüzlüğe giden tek yol.
Tabi, sonrasında bir hayatın varlığına inanların için.”
diyor kitap. (Hangi kitap?)

Düşüncelerim, İran’dan çok uzakta İran Riyalini oynuyordu; epeyce birikmişim vardı ama iş yapmama yetmiyordu. Aklım almıyor. Ard arda açtığım onlarca kapı, kapılarla dolu bomboş odalara açılıyor. Önümde hepsi birbiriyle aynı binlerce kapı görüyorum. Ardımda bıraktığım her kapının üstüne bir çarpı işareti koyuyorum, karşıma çıkan hiçbir kapıda aynı işarete rast gelmiyorum. İvedilikle bu binayı yapan, yaptıran ya da burada oturan kişiyle görüşmem gerekiyor. Ona odaların çok zevksiz döşendiğini söylemek boynumun borcu; çünkü boşluktan başka hiçbir şey yok. İnsan hiç değilse bir iki ayna asar, duvarları maviye boyar, üstüne kuşlar çizer değil mi ama? (Ya, hiçse?) Siz hiç şiir okumuyor musunuz Allah aşkına diyeceğim. Evet, diyeceğim. Hayır, boşluk nedir yani? Ben kendimi bildim bileli hayatımdaki boşlukları doldurmaya çalışıyorum! Bu yüzden o odalara hiç değilse aynalar asmalısınız –kuşu, maviyi geçtim-  orada azaldığımı görmek istiyorum.

Kum saatindeki son kum tanecikleri dökülmek üzere… Belimden bir silah çıkarıyor artmakta olan hazneye ateş ediyorum. Kimi şeylerin artışının kimi şeylerin azalışına bağlı oluşu ne kötü… Bunu düşünmek istemiyorum. Beni görünce yanıma gelen adam, geç kaldığımı söylüyor. İnanmazsın bu tip sözleri ben de kendime çok söylüyorum, beni dinlemiyor. (Kim?) Acele etmemiz lazımmış da temizlememiz gereken kirli işler varmış da… Bir depoya gidiyoruz. Ortalık karanlığın yoğunluğuyla aydınlanıyor. Torbalar ve torbacılar, silahlar ve silahçılar, para ve para ve yine para. (Napolyon?) Öyle temiz yüzlü, temiz giyimli adamlar ki kim inanır bu insanların kirli işler yaptığına? Senin savurduğun çöpleri temizleyen belediye işçisinin yaptığı işten, üstüne sinen kokudan iğrenirsin; ama uyuşturucu satan, kadın pazarlayan, silah kaçakçılığı yapan insanların karşısında önünü iliklersin. Ah, şu insanların kiri temizlemek için kirlenen; temizi kirletmek için temizlenen kıyafetleri! Peki, ben ne yapıyorum? Kirli iş yapanları temizliyorum. Peki, benim onlardan ne farkım var? Bir farkım yok; bu işi bir farkım olsun diye yapmıyorum. Sadece içten içe biliyorum ki Tanrıyı oynamak yok; bu işi bi… Sadece içten içe biliyorum ki Tanrıyı oynamak hoşuma gidiyor. (Tanrıyı oynamak? Tövbe tövbe!) iyiye ödül kötüye ceza, ne kadar ekmek o kadar köfte! Birazdan ölüm meleğinin burada ziyafet vereceğini biliyorum çünkü bizatihi kurşunları ben servis ediyorum. Az sonra önümde onlarca yere yığılmış adam yatıyor ve her birinin yanı başına serilmekte olan küçük kırmızı halılar birleşip tek vücut oluyor. Ardımda iz bırakmamak için bu nazik karşılamada kırmızı halıyı kullanmak istemiyorum. Silahlara ve arkadaşıma veda ettikten sonra kalabalık bir caddeye karışıyorum gün aydınlanırken.

Telefonum çalıyor: Babam. Bir banka adı verdikten sonra beni orada beklediğini söylüyor. Gidiyorum. Banka çalışanı çekeceğimiz krediyi ödeme zamanımızdan ve miktarımızdan söz ediyor. Dayanamayıp lafa dalıyorum: “İki ev parasına bir ev alacağız, doğru mu anlıyorum?”
            “Üzgünüm ama koşullar böyle beyefendi, işinize…”
            “Biz bankayı soymaya kalksak suç ama!” diyerek lafını bitirmesine izin vermiyorum. Başımı eğerek babamı selamlıyor ve oradan ayrılıyorum.

Düşüncelerim kirli temiz, renkli beyaz ayırt edilmeksizin alelacele bir dolaba tıkıştırılmış sanki. Bir süre sonra dolabın kapağı kendiliğinden açılıveriyor. Tez zamanda o kapağa kilit vurmalı. Aklım almıyor. Eve gitmek istiyorum. Gözlerimin kapanmasına karşı koyamıyorum. Eve kadar nasıl geldiğim hakkında hiçbir fikrim yok. Kendimi eve atar atmaz yatağa serilip uyuyorum. Yaralarıma o, uykunun iyi gelen tarafından sürüyorum.  
Bir çamaşır makinesinin başındayım. Dolaptan elime geçirdiğim bütün kıyafetleri makineye tıkıyorum. Az sonra çamaşırları kurutmak için dışarı çıkıyorum. Beyazların rengi siyaha çalmış; zararı yok kirlendikleri belli olmaz diyerek kendimi teselli ettikten sonra hepsini ateşe veriyorum. Nöronlarıma izmaritler bastırıyorum. Aklım… (Kaçırıyor galiba.)
Ağzım umumi tuvalet girişi gibi kokuyor. Başımda fazla taşıyamayacağımı düşündüğüm bir ağrı devriye geziyor. Mutfakta yiyecek bir şey bulamıyorum. Annemi de bulamıyorum. Sahi ne kadar oldu onu kaybedeli? Bilemiyorum. Bulduğum ilk kısa kolluyu burnuma götürüp temiz olduğuna hükmettikten sonra üstüme geçiriyorum. Aynı yöntemi çoraplara da uyguluyor bu kez temiz olmadığına hükmetmeme rağmen aynı davranışı tekrarlıyorum.

Hangi aşevine gitmem gerektiğini düşünürken yakınlardaki arsaya takılıyor gözüm. Bundan bir yıl kadar önce iki ağacın çevresine yemyeşil çimenlerin üzerine önce mıcır taşı döküp kermes kurdukları gözümün önüne geliyor, şimdiyse hafriyat kamyonları arsayı siyaha boyuyor. Ağaçların yaprakları daha bir parlak görünüyor gözüme, yine de içten içe soluyorlar biliyorum. Sebep sonbahar değil. İçim eziliyor.
Gök Sofrası’na gidip bir ekmek arası söyledikten sonra aynaya bakan masaya yani her zamanki yerime oturuyorum. Yüzümdeki gittikçe derinleşen izleri izliyorum da kendi ölümümü gizleyemiyorum.  Belki ölümsüzlüğe kıyısından köşesinden tutunabilmek, belki ölüme hükmettiğim hissine kapılabilmek adına öldürmeyi göze aldığımı bu yolu bile isteye seçtiğimi kendime itiraf edemiyorum. Ayna ayna, söyle bana kelimeler de tükenmez kalemler gibi mi? Peki, ya insanın kendine söylediği yalanlar? Düşünceler arasında mideye giden ekmek arasından sonra bir de çay söylüyorum ve ben de olmasam sinek avlayacak olan bu işyerine içten içe acıyorum. Çay bardağını elime alırken silah sesi duyar gibi oluyorum, çay bardağı kayıp düşüyor elimden.  Bir delik açılıyor başımda. Aklım alıyor.(m?) Aynadaki çatlaklarda kızıl ırmaklar oluşuyor. Sanırım ölüyor olmak böyle bir şey, insan önce yadırgasa da sonra alışıyor. Birden ceketimin iç cebinde gül dalı, cüzdanımda şiir, aklımda uzunca bir kitap listesiyle ölmek istediğim fikrine kapılıyorum, artık başka sefere. Gözlerimin kapanmasına karşı koyamıyorum ve sırf meraktan soruyorum insanlar hep böyle mi ölür, ben ölemem inancıyla?

 Zil çaldı, kapıya koştum.
                         


                                                           Yunus Emre KARADAĞ
                                                                   İzmir - 2016

4 Ocak 2019 Cuma

Çölde Açan Nilüfer


Çölde Açan Nilüfer
Bir gün savaş bitecek ve ben şiirime geri döneceğim.
(Suriye’de bir duvar yazısı)
“Yerin altını mezar, üstünü pazar olarak görmenin kimseye faydası yok. Mezarcılar ve pazarcılar hariç.” Az sonra tüm ülkenin hatta bekli de tüm gezegenin duyacağı bu cümleyi o saatler önce duymuş ve çoktan beyninin kıvrımlarında büyütmeye başlamıştı. Devlet başkanı dün akşam kendisini yanına çağırmış ve nicedir üzerinde çalıştığı bu fikri halkına duyurmak için bir açıklama yapmaya karar verdiğini belirterek kendisinden söyleyeceklerini yazmasını istemişti. İşte büyük gün gelmişti. Tarihin akışında öyle anlar vardır ki bazen suyun akışı bazen suyun yatağı değişir; bazense su sadece bulanmakla yetinirdi. Ve işte en büyük soru: Bu, o anlardan hangisi ve o, bu anın neresinde?
Kalbi bütün bedenine yayılıvermişti sanki her yanından ayrı bir ritim fışkırıyordu. Artık açıklamanın yapılacağı salona gitmek için bir an önce bulunduğu binadan çıkıp ana binaya gitmesi gerekiyordu. Gezegenin bütün havasını ciğerlerine çekmek istercesine şimdiye kadar almış olabileceği en derin nefesini alır almaz “Hadi bakalım!” diyerek ayağa fırladı. Bu ayakların ona ait olduğuna emin değildi çünkü adeta uçuyordu. Hatta bu bedenin de ona ait olduğundan şüpheliydi sanki artık kendi iradesi dışında hareket ediyordu. Kapıdan dışarı adımını attığında gözlüğüne hücum eden yağmur damlarıyla irkilerek kendine geldi. Kafasındaki düşünceler yüzünden dışarıda olup bitenin farkında varamamıştı. Yağmur, toprağı suya doyurmak için var gücüyle yeryüzüne yayılıyordu. İşte buna hazırlıksız yakalanmıştı, neyse ki konuşma metnini ceketinin altına alarak metne zarar gelmesini önlemeyi akıl edebildi. Gözlüklerinde su damlaları dans ededursun o bir yandan ellerini göğsüne bastırarak öte yandan ıslanmaya başlayan çoraplarını düşünmemeye çalışarak toprağın kıpırdanışı ağaçların yeşerişi arasından süzülüp ana binaya varmayı başarmıştı.  
Ortalıkta kimse görünmüyordu, tabii bunda gözlüklerinin üstündeki su damlalarının da payı vardı. Gözlüklerini temizleyecek bir şey bulmak için ceplerini yokladı. Tek aşkının tek hediyesi olan –ki o da tek yanlı bir aşk- işlemeli mendil eline geçti. Ama ona kıyamadı. Az ötedeki tuvalete giderek oradaki kağıt mendille gözlüklerini parlattıktan sonra aynaya baktı. Denizden çıkmış gibi bir hali vardı. Saçlarındaki sular kemerli burnunun üstünden süzülerek dudaklarına ulaşıyordu. Aynadaki görüntüsüne dalıp gitmişken beyninden başlayarak ayak uçlarına inen bir ürpertiyle elini ceketinin altındaki konuşma metnine attı. Hafif nemlenmiş olduğunu görünce bir an duraksadı. Sonra dışarı fırladı ve konuşma salonunun kapısına gelene kadar hız kesmedi. Kapıya vardığında devlet başkanının kürsüde olduğunu ve kendisine gülümsediğini gördü. Hah, film başlamıştı bile ve o, tüm seyirciler yerini almışken ortadaki koltuğuna oturmaya çalışan bir sanatseverdi yine! Yüzü mahcubiyetin rengine büründü. Etrafa yaydığı ısıyla buzulları fazlasıyla tuzla buz edebilirdi.
Devlet başkanı tam bu sırada: “Gel gel, sen geç kalmadın biz erken geldik.” derken konuşma metnini istercesine elini boşluğa uzattı. Metni vermek için devlet başkanının yanına doğru seğirtirken attığı her adımda ‘fuçuv fuçuv’ diye ses çıkararak etrafa yayılan su damlalarının da bu sırada farkına varabildi. Yüzü renk alıp vermede gökkuşağıyla yarışacak düzeye erişmişti, şimdiden sekiz kusurlu hareketin en az dokuzuna sahipti. “Harika!” diye söylendi kendi kendine. Ne söylemesi gerektiğini zihninde toparlamaya çalışırken ağzından şu kadarı dökülebildi: “Özü…” ancak devlet başkanı sözünü bitirmesine fırsat vermeden “Sıhhatler olsun” dedi, göz kırparak devam etti “üzülme, toprakla bulaşacak olan her fidanın öncesinde biraz suya ihtiyacı vardır.” Başını minnetle aşağıya eğip tebessüm etti ve üç dört metre ötedeki yerine geçerek salona göz gezdirdi. Siyasetçiler, gazeteciler ve bir kısım halk merakla kürsüye bakıyor ve ara sıra birbirlerinin kulaklarına bir şeyler fısıldıyorlardı. Devlet başkanı, hiç şaşmaz, her beş dakikada bir yaptığı gibi saatini kontrol etti ve ‘ıhım ıhım’ diye ses çıkararak boğazını temizledi. Bunun üzerine salondakiler de dikkatlerini kürsüye yöneltmek niyetiyle yerlerinde kıpırdandılar. Ayrıca birçoğu da devlet başkanının boğaz temizleme sesinin bulaşıcılığıyla ona benzer şekilde sesler çıkararak boğazını temizleme ihtiyacı hissetti, buna devlet başkanının üç dört adım ötesinde duran genç adam da dâhildi.
Herkes sustuğunda devlet başkanı konuşmaya başladı: “Öncelikle hepiniz hoş geldiniz, şansa bakın ki günün anlam ve önemini belirten konuşmayı ben yapacağım ve umarım sizler soğuk esprilerim karşısında pek üşümezsiniz.” Salondakiler ayıp olmasın diye tebessüm etmeye çalışırken devam etti: “Her neyse, her neyse. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki bugün burada hiçbirinizin bilmediği hiçbir şey söylemeyeceğim. Eminim hepsini daha önce duydunuz, gördünüz ya da en azından bir kısmını hayatınızın bir döneminde aklınızdan geçirdiniz. Bense size artık bütün bunları gerçekleştirmeye ne dersiniz diye sormak için buradayım. Hepimiz biliyoruz ki insan akıllı bir varlıktır; fakat güçlü değil. Misal yırtıcı bir hayvan sizi pekâlâ bir bilim adamı gibi atomlarınıza ayırabilir. Bu yüzden olsa gerek insanlar eski çağlardan bu yana kâh kendini korumak kâh karnını doyurmak adına çeşitli silahlar üreterek bugünlere geldi. Hâlâ türünü devam ettirebildiğine göre de başarısız oldu denemez. Ancak zaman geçtikçe insanlara ürettikleri yetmedi ve hep daha iyisine ulaşmak, daha ileriye gitmek için çaba harcadı. Fena mı etti? Yoo, hayır; uzak denen yakın oldu, hayal denen gerçek, imkânsız denen mümkün… Ancak sonunda öyle bir noktaya varıldı ki insanlar hayvanlardan korunmak ve karınlarını doyurmak için kullandıkları silahları birbirlerine çevirmeye başladılar. Sonra film koptu işte. Kaleler, burçlar, duvarlar, hisarlar… Oklar, yaylar, mızraklar, kılıçlar, kalkanlar, toplar, tüfekler, bombalar, mayınlar, füzeler, daha neler neler… Belki bugün çiçekten çok silah çeşidi var. Oysa girdiği hiçbir savaşı kaybetmeyen her bir kralın ölüme karşı giriştiği hiçbir savaşı kazanamadığını da yazmıyor mu tarih? Yazıyorsa da pek de öyle kalın harflerle yazmıyor gibi. Demek istediğim aç hayvanların saldırılarından ve kendi açlığımızdan korunmayı başardık da insanı insanın açlığından koruyamadık. Ne zaman kafes ardında yırtıcı bir hayvan görsem bana içten içe şunu söyler gibi gelir: “Hadi bu teller sizi bizden koruyor da sizi sizden kim koruyacak?”
Bir an durakladı saatine baktı, “ıhım ıhım” diyerek boğazını temizledi, salondan da benzer sesler yankı yapar gibi olduktan sonra sözlerine devam etti: “Hazır hayvanları konuşturmaya başlamışken size çocukluğumda dinlediğim bir efsaneyi anlatayım.” dedi ve başladı anlatmaya: “Zamanın birinde, ülkelerden birinde hayvanlarla konuşabilen bir adam varmış. Bu adam bütün hayvanlarla arkadaşlık edebiliyor ve onlar sayesinde işlerini kolaylıkla yerine getirebiliyormuş. Bir gün atlar gibi koşmak, kuşlar gibi uçmak ve balıklar gibi yüzmek için güçlü bir istek duymuş. Sonunda tüm hayvanlara haber salmış; ülkenin en güzel atını, en güzel kuşunu ve en güzel balığını görmek istediği söylemiş. Bu isteklerine ulaşmasına yardımcı olan tüm hayvanları ödüllendireceğini de duyurmuş ve çok geçmeden bırak ülkeyi gezegenin en güzel atı, en güzel kuşu ve en güzel balığıyla bir deniz kıyısında bir araya gelmiş. Onlarla dostluk kurmaya çalışıp hediyeler vermiş. Epeyce zaman bu deniz kıyısında buluşmaya devam etmişler. Adam bu süreçte attan nasıl böyle güzel koştuğunu, kuştan nasıl böyle güzel uçtuğunu, balıktan nasıl böyle güzel yüzdüğünü öğrenmeye çalışmış ancak aldığı cevaplar onu memnun etmeye yetmemiş. Bir gün atı evine davet etmiş; ertesi gün at toplantıya katılmamış. Sonraki gün kuşu evine davet etmiş, ertesi gün kuş da toplantıya katılmamış. Son gün balıkla tam vedalaşıp ayrılacaklarken adam ona bir hediyesi olduğunu söylemiş ve sakladığı ağla balığı güç bela yakalayıp evine taşımış. Aradan birkaç gün geçtikten sonra genç adamın ve hayvan dostlarının ortalıkta görünmediğinin farkına varan diğer hayvanlar genç adamın evine bakmak için yola koyulmuşlar. Eve vardıklarında kapıyı çalmışlar, pencereleri gagalamışlar, bacadan girmeyi denemişler derken içerden ses gelmeyince kapıyı kırmaya karar vermişler. Birkaç güçlü hayvan tekmesiyle kırılan kapıdan ürkek adımlarla eve girmişler. Ortalığa yayılan ağır kan kokusundan hem korkup hem de tiksinirken gördükleri manzara karşısında hepsi kendi dilinde ağıtlar yakmaya başlamışlar. Balığı derisi yüzülmüş; atı bacakları kesilmiş; kuşu kanatları kırılmış bir halde bulmuşlar ve bütün hayvanlar hemen bunu yapan genç adamı aramaya koyulmuşlar. Çok geçmeden genç adamın cansız bedenini bir uçuruma çakılmış halde bulmuşlar. Genç adamı bulduklarında üzerinde balığın dersinden, atın ayaklarından ve kuşun kanatlardan yapılmış bir kıyafet varmış.” Devlet başkanı sözünü bitirdiğinde salondakilere göz gezdirdi, her birinin düşüncelerini anlamaya çalışırcasına gözlerinin içine bakıyordu. İç çekişiyle birlikte ses sisteminde bir titreme meydana getirdikten sonra kaldığı yerden devam etti: “Yani demem o ki atlar koşarken, kuşlar uçarken, balıklar yüzerken ve insan tüm bunları hayal ederek yaşarken güzel. Evet! Yaşamak için çaba göstermek gerektiğine inanıyorum çünkü öteki seçenek nasılsa gerçekleşecek. Burası uğruna ölmeye değmeyecek kadar ölümlü bir yer. Bunun için geçmişte atalarımızın da dediği gibi tüm ülkemizde ve gezegenimizde barışın hâkim olması için çaba göstermemiz gerektiğini düşünüyorum. 
Saatine baktı, “ıhım ıhım” ederek boğazını temizledi ve salondakilerin kendisine eşlik etmesini beklemeden sözlerini sürdürdü: “Yerin altını mezar üstünü pazar olarak görmenin kimseye faydası yok. Mezarcılar ve pazarcılar hariç. Dolayısıyla bugün buradan ülkeme ve dahi tüm insanlığa sesleniyorum. Gelin, birbirimizi öldürmek için harcadığımız paraları birbirimizi yaşatmak için harcayalım. Zira ünsüz bir yazarın da dediği gibi ‘Çok da şey yapmamak lazım çünkü bu hayat çok da şey değildir.’ Ne yazık ki size her ayrıntısı düşünülmüş ve aynı zamanda herkesin mutlu olduğu bir düzen vaat edemiyorum. Bunun yerine herkesin söz sahibi olduğu, hepimizin çabalarıyla oluşabilecek bir düzen hayal ediyorum. Bu amaçla üzerinde çalıştığımız konuları birkaç kalemde size anlatmaya çalışacağım. Öncelikle eğitim alanından başlayalım. Başta çocuklarımız olmak üzere herkese duygusal eğitim verilmesini için gerekli çalışmalar tamamlandı. Bugün yaşadığımız birçok sorunun kaynağının birbirimizi anlayamamak olduğu kanısındayız. Dolayısıyla özellikle çocuklarımıza duygusal eğitim kapsamında duygudaşlık, kendini ifade etme, saygı ve sevgi gibi konularda beceriler kazandırmayı önemsiyorum. Eğitim sistemimizde duygu eğitimine en az bilim dersleri kadar yer verilmesini planlıyoruz. Böylece bu eğitimlerin insanların yaşamlarının ilerleyen yıllarında karşılaşacakları duygusal sorunları en aza indirgeyeceğini ümit ediyorum. Çünkü aynanın üzerindeki su buharını silersek görüntü daha da netleşecektir.
Peki, hayatınızın herhangi bir döneminde birbirimizi kandırmadan yaşayabileceğimiz günleri hayal etme fırsatınız oldu mu hiç? Olmadı mı? Yazık, sanırım bundan sonra da olmayacak zira bilim insanlarımız gerekli çalışmaları tamamlayıp insanların yalan söylemesini önleyen bellek kartını üretmeyi başardı. Bu uygulamanın ilk deneklerinden biri olarak karşınızda duruyorum diyerek eliyle saçlarını kaldırarak sağ şakağındaki ince çizgiye işaret etti. Bunun için basit bir cerrahi işlem gerekiyor tabii.” Devlet başkanı bunları söylerken özellikle ön sıralarda oturan yakın çalışma arkadaşları ve başkan yardımcısıyla göz göze gelmemeye büyük gayret gösterdi. Salon şaşkınlıkla dalgalandı. Fısıldaşmalar uğultuya dönüştü öyle ki devlet başkanının bu sırada saatine bakıp boğazını temizlediği bile çok az kişi tarafından fark edilebildi. O ise bu uğultuya kulak asmaz görünerek konuşmasına kaldığı yerden devam etti: “Suç ve ceza konusuna gelince, suçun niteliğine göre psikolojik cezalar uygulanması yönünde birtakım düzenekler hazırlanıyor ama şimdi bu konuda ayrıntı vermeye kalkışırsam işin sürprizi kaçabilir. Sadece şunu söyleyebilirim, diyelim ki birini öldürdünüz,  e yalan söyleyemeyeceğiniz için zaten hemen yakalanacaksınız ve kurulan bu yeni ceza programları sayesinde suç anını mağdurun gözünden tekrar tekrar yaşayacak ve en zalim yargıç olan kendi vicdanınızla baş başa kalacaksınız. Sizi temin ederim bir avuç gökyüzünü bile çok göreceksiniz kendinize.
Gelelim mülkiyet kavramına, her şeyin devlete devletinse halka ait olduğu bir düzende böyle bir kavrama gerek kalmayacak.  Birilerinin eski eşyalarını koymak için yeni evlere ihtiyaç duyduğu bir ülkede, başka birilerinin başını sokacak bir ev dahi bulamamasını hazmedemiyorum. Babaların evlatlarına borç ya da çek senetleri bırakmadığı ya da ne bileyim bir çocuğun altın beşikler içine doğarken bir başka çocuğun çöp yığınının içine doğmadığı eşit bir toplumsal yapı düşlüyorum. Onlara ağaçları kesip yerine ağaç resimleriyle süslediğimiz binalar bırakmak yerine bir sanat yapıtı bıraktığımızı hayal edin. Hele hele bir şiirin mirasçısı olduğunuzu düşünsenize? Bu yüzden halkımı yazmaya, üretmeye, hayal etmeye davet ediyorum; bundan daha önemli işi olan gelmesin.
Söz şiire gelmişken tüm silahların toplatılmasını öneriyorum. Ülke olarak bizim silaha ihtiyacımız kalmadı bunu ilerleyen günlerde göreceksiniz. Ayrıca bilinçsiz kullanıldığında bir silah kadar tehlikeli olan teknolojinin esiri olmanın önüne geçmek adına hayatımızı kolaylaştıran bu aletlerdeki angarya işlere, eğitsel değeri olmayan oyunlara son verilmesini, insanların görünmeyen kelepçelerle bağlı oldukları bu aletlerden kurtulmalarını öneriyorum. Öte yandan bir sorunu olan bize çözüm önerisiyle beraber gelsin, ‘bu böyle ama şöyle olsa daha iyi olur’ desin ve bu öneriler ülkenin her yanında kurulacak olan fikir komisyonlarında değerlendirilsin, uygulamaya koyulsun. Ben istiyorum ki herkes kendince projeler üretsin, icatlar yapsın, bilim ve sanat konuşulsun. Merminin bininin bir para olduğu bir düzenden kitabın bininin bir para olduğu bir düzene geçilsin; kitabın fiyatı ucuzlaşmış olsun ama değeri misliyle artsın. Bu bir ölüm kalım meselesidir bunun için de cankurtaranın acı çığlığının yüreklerimizi parçalayarak kulaklarımızda yankı bulmasını beklemeden gelin bu çağrıma yanıt verin. Bireysel çıkarlarımızı, kendi rahatımızı bir kenara bırakalım ve insanlığa yol verelim.
Cihana hakim olma hayali…” cümlesini bitirmeden önce saatine göz attı aynı mekanik sesle “ıhım ıhım” diyecek oldu ki bu sırada burnundaki akıntıyı gizlemek adına elleriyle yüzünü kapatmaya çalıştı. Yanı başında duran genç adam hiç tereddüt etmeden cebindeki işlemeli mendili devlet başkanına uzatmak için ileri fırladı. Devlet başkanı gözlerini kapayıp başını eğerek teşekkür ederken “Sözde yağmuru sen yedin ama şifayı biz kaptık.” diye fısıldadı. Genç adam yerine dönerken devlet başkanı salona hafifçe sırtını dönüp burnunu temizledikten sonra konuşmasını kaldığı yerden sürdürdü. “Bu kötü görüntü için hepinizden özür diliyorum. Ne diyordum? Ha, cihana hakim olmak…” durdu, acı acı güldü “Zaten düştüğümüz tüm bu belaların nedeni, afedersiniz, burnundaki sümüğe hükmedemeyen insanın cihana hükmetmeye kalkışması değil mi? Her şeye hükmetme arzumuz bize hükmetmeye başladı mı buranın derdi, çilesi bitmez. Sözün özü, ne biz ona hükmedelim ne o bize… Zaten kalıcı değiliz şöyle birkaç on yıl gezinip gideceğiz.” Durdu. Gözlerini kapattı. Derin bir iç çekti ve gözlerini yavaşça açarak: “Bir ülke düşlüyorum insanların hayatlarını kazanmak adına hayatlarını kaybetmediği, bir ülke her sabah insanların birbirine selam verdiği, silahların sustuğu, çocukların neşeyle koşuştuğu, kimsenin düşmanlık nedir bilmediği, insana değer verildiği, kimsenin ‘adam yerine koyulmak için’ suça itilmediği, yalan söylemenin unutulduğu, akıla, duygulara spora ve sanata gereken önemin verildiği… Bir insandan bir tane daha olmadığının gerçekten farkına varıldığı, insanların birbirine ‘gezegende milyarlarca insan var ama senden bir tane daha yok’ diyerek kalbiyle sarıldığı bir ülke… Kimsenin kendisi olmak dışında bir şey olmak için uğraşmadığı, kadının adının silinmediği, kimsenin görmezden gelinmediği bir ülke! Tüm bunlar herkesi mutlu etmeye yeter mi? Bilmiyorum. Tam da bu noktada sizlerin neler hissettiğinizi, neler düşündüğünüzü önemsiyorum. Gerekli çalışmalar tamamlandığında tüm bunların halk oylamasına sunulacağını belirtmek istiyorum.” Biraz bekledi. Gözleriyle salonu taradı. Kimilerinin ‘vah vah aklını kaçırmış zavallı’ diyerek baktığını kimilerininse onu hayranlıkla izlediğini önemsemedi.
Bir an gözlerini kapadı, derin bir iç çekerek gözlerini açtığında yıllardır kimseye söylemediği sırrını şimdi tüm gezegene haykırmak isteyen bir insan edasıyla şu sözler döküldü dudaklarından: “Peki, tüm bunları niçin mi istiyorum? Çünkü geriye kemiklerim dışında işe yarar bir şeyler kalsın istiyorum. Mademki öleceğiz o halde yaşayalım. Gerçekten!” Başıyla salonu selamladı. Bazılarının ellerini hunharca birbirine çarptığı bazılarınınsa isteksiz bir alkışla onlara eşlik ettiği gözlerinden kaçmadı ki ikinci kısımda yakın çalışma arkadaşları da vardı. El kaldıran gazetecilere göz gezdirdikten sonra “Soru almayacağım zira cevaplar sizde saklı.” dedikten sonra bir anda aklına bir şey gelmiş gibi üç dört adım ötesindeki ıslak yüzünden su damlaları kadar soru işaretleri de süzülen genç adama döndü, kürsüden geri çekildi ve eliyle onu kürsüye davet etti. Genç adam bunun ne anlama geldiğini anlayamasa da kürsüye ilerledi. Arkasını dönüp giden ve bunu yaparken bir yandan da saatine bakıp boğazını temizleyen devlet başkanını şaşkın gözlerle izledi. Ellerini kürsünün üstünde birleştirerek aynı şaşkınlıkla kendisini izleyen salondakileri inceledi. Ceplerini yokladı, hiçbir şey yoktu. Gözü kürsünün kenarındaki mendile takıldı, bakışlarını zihnine çevirdi. Gözlerini kapattı. Gördüğü sadece sevdiği kadındı. Bu manzarayı bozmadı. Buğulu bir sesle:
“Uzun yollar aşmadım, belki de aştım
Ayaklarıma sor
Acı çeken insanlar tanıdım
Biraz acı çekmiş de olabilirim
Anlatmak zor.
Bir gün kalbim elimde koşarken
Sen çıkıverdin karşıma
Çölde çiçek açtı, kuşta gökler uçtu
Gözlerinde yepyeni bir ülke gördüm
Yaşayayazdım
Seni sevdim, senden güzel olmasın
Yıllanmış bir şarkıya katıp öylece seni
Ve yalnız şunu söyleyebildim kendime
Ülkem, niye senin kadar güzel olmasın?”
Gözlerini açmak için biraz bekledi ve açar açmaz kürsüden inerek salonu terk etti. Ardından belli belirsiz alkışlar yükseldi. Ayakkabılarından sular yaya yaya devlet başkanının odasına yöneldi. O kısımda devlet başkanına ait iki oda vardı: biri rahat koltuklarla döşeli daha önceki başkaların oturduğu görkemli oda; diğeri şimdiki devlet başkanının göreve gelir gelmez oluşturduğu içinde koca bir kitaplık ve pek rahat olmayan bir masa ve birkaç sandalye bulunan yeni oda. Devlet başkanı görkemli odayı neredeyse hiç kullanmamıştı, ‘koltukların büyüklüğü yapılan işin büyüklüğünün göstergesi olamaz’ diyerek adı yeni olan bu eski odaya taşınmıştı. Genç adam odanın kapısının önünde durdu, zihnini toparladığına kanaat getirdikten sonra kapıyı çaldı. “Giriniz.” cümlesini duyunca içeriye girdi. Devlet başkanı pencerenin önünde yavaş yavaş yayılmaya başlayan karanlıkla gitgide azalmaya başlayan yağmurun selamlaşmasını seyrediyordu. Arkasını dönmeksizin “Yüreğine sağlık.” dedi. Genç adam mahcubiyetle yoğrulmuş bir şaşkınlıkla “Dinlediniz mi?” diye sordu. Devlet başkanı gülümseyerek arkasını dönerken “Hayır,” dedi “ama âşık ne dese güzel der.” diye tamamladı cümlesini. Genç adam tebessüm edip başını öne eğerek yanıt vermeye çalıştı bu söze. Devlet başkanı yerine oturup genç adam orada yokmuşçasına kitabını okumaya daldı. Epeyce zaman geçti, bu sürede devlet başkanına her beş dakikada bir boğazını temizlemesi gerektiğini hatırlatırcasına “ıhım ıhım” diye odanın içinde dolaşan rengârenk tüylerinden mavi tonların öne çıktığı bir muhabbet kuşunun sesi duyuluyordu yalnızca. Devlet başkanı bu sayede saatine bakmadan kitabını okumayı sürdürebiliyor sadece sırası gelince muhabbet kuşuna eşlik ediyordu. Sessizlik karanlık gibi yayılırken odaya genç adam cesaretini toplayıp “Yalnız bir hususu merak ediyorum…” diye söze girdi. Devlet başkanı başını hiç oynatmadan sadece okuma gözlüklerinin üzerinden ona bakmakla yetindikten sonra “bunca çabayı neden ölümsüzlüğü bulmak için harcamadınız?” diye sordu. Devlet başkanı acı acı tebessüm etti, sandalyesinde arkaya doğru yaslandı: “Aramadık mı sanıyorsun? Ancak çalışmaların bitirilmesinde karar kıldık.” Genç adam bu beklemediği cevap karşısında “İyi ama niçin?” diyebildi. Aldığı yanıt: “Öleceğini bildiği halde bunları yapan insan, ölmeyeceğini bilse neler yapmaz?” oldu. Genç adam daha önce hiç bu açıdan düşünmediğini fark etti, bir müddet camdan dışarı boş boş baktı. Muhabbet kuşu kendini hatırlattıktan sonra izin isteyerek odadan ayrıldı.
Sonraki günlerde halk oylaması için hazırlıklar başladı, toplantılar yapıldı. Muhalefet devlet başkanını ülke kaynaklarını boş hayaller peşinde tüketmekle suçluyor eğer böyle bir düzen kurulursa ülkenin yıkılacağını söylüyordu. Ülke ikiye bölünmüştü her kafadan bir ses çıkıyordu. Kimileri hararetle devlet başkanını eleştiriyor kimileri de devlet başkanını aynı hararetle savunuyordu. Devlet başkanıysa orası senin burası benim geziyor bilgilendirme toplantılarında insanlara aklındaki düzeni anlatmaya çalışıyordu.
Nihayet aylar içinde halk oylaması yapıldı. Sonuçlar %51’e %49 olmak üzere yeni düzen lehineydi. Devlet başkanı bu sonuç üzerine hiç yorum yapmadı onun yerine yakın çalışma arkadaşlarından birinin şu yorumu siyasi tarihin sayfalarına geçti: “Gezegenin yarısı evlenmek istiyorsa diğer yarısı boşanmak istiyor.” Bu sonuçlar sonrasında planlar yavaş yavaş uygulanmaya geçirildi. Ülkedeki tüm silahlar toplatıldı, silah fabrikaları kapatıldı. Askeri harcamalar kısıldı bunun yerine devlet başkanının daha önce sözünü ettiği savunma sistemi ülkenin her köşesine yerleştirilmeye başlandı. Bu savunma sisteminin özelliği askeri bir yetkili tarafından şöyle açıklandı: “Diyelim ki eski bir dostumuz bize bir füze göndermeye kalkıştı söz konusu savunma sistemi karşı füze ile harekete geçerek üstümüze gelmekte olan füzeyi manyetik alanı içerisine alarak gerisin geri geldiği yere götürecek. Kısacası bize havai fişek gösterisi hazırlayan eski dostumuzun bu havai fişekleri kendi toprakları üzerinde patlayacak.” Bu sistem diğer ülkelerde de büyük yankı uyandırdı ve kimse bu sistemi sınayacak cesareti gösteremedi.
Öte yandan eğitim sistemi değiştirildi; duygusal eğitim, sanat ve spor dersleri yeni sistem içerisinde kendisine yer buldu. Ülkenin her yerinde proje üretim komisyonları kuruldu. Psikolojik cezaların öne çıktığı ceza sistemine geçildi. Evsizlerin evi işsizlerin işi olurken zengin tabakanın gözyaşları sel oldu. Konuşmaya başlayan çocuklar da dâhil olmak üzere herkes yalan söylemeyi önleyen bellek kartlarından nasibini aldı. Bunun için insanlar yalanla mücadele merkezlerine gidiyor, önce yalan söylediklerinde canları yanacak bir düzenekte eğitiliyor ardından da sağ şakaklarında belli belirsiz bir izle bu merkezlerden ayrılıyorlardı. İnsanlar artık yalan söylemeyi unutmuştu, doğruyu söylemeyecekleri bir anda ise “Bu konuda konuşmak istemiyorum.” demeyi öğrenmişlerdi. Az sayıda karşı örnek dışında işe yaradığı söyleniyor, bilim insanları bu konudaki çalışmalarını sürdürüyordu.
Gerçekten suç oranı azalmış, insanlar kendi sorunlarına çözüm önerileri getirmeye başlamıştı. Duygusal eğitimin faydası görülüyor insanlar saygı gösteriyor, saygı görüyorlardı. Herkes sanata, spora vakit ayırıyor, üretiyor; yalnızca var olabilmenin, yalnızca kendi olabilmenin tadını çıkarıyordu. Şiir gibi bir ülkenin dizeleri tarihin sayfaları arasında yerini alıyordu. Üstelik herkes öyle ya da böyle kalemin ya da kâğıdın bir yerinden tutma fırsatı buluyordu. Devlet başkanının her şeyi başlatan konuşmasının üzerinden bir yıla yakın süre geçmişti. Ülke, herkesin her şeyi bildiği ama kimsenin bir şey yapmadığı bir havadan; herkesin bir işin ucundan tutmaya çalıştığı, eyleme geçtiği bir havaya bürünmüş gibiydi.
Her şey yolunda görünüyordu ki yeni düzene geçişin birinci yılı şerefine çeşitli gösteriler planlanıyordu. Kutlamalar yapılacak, şarkılar ve şiirler gökteki kuşlara eşlik edecekti. Ancak insanlara tuhaf görünen bir kararla kutlamaların merkezi için başkent değil de deniz kıyısındaki şehirlerden biri seçilmişti. Nihayet o gün geldiğinde her yer bayraklarla donatılmış, şenlikler almış yürümüştü.
Devlet başkanı tören alanına ülkenin ileri gelen bilim adamlarının çalışmalarıyla üretilen kocaman bir araçla iştirak etmişti. Daha önce eşi benzeri görülmemiş bu araç halkı heyecanlandırmakla kalmamış devlet başkanının devlet hazinesini kendi keyfi için har vurup harman savurduğu yönündeki muhalefet tezlerini de akla getirmişti. Devlet başkanı o gün halkına sesleniş konuşması yapmadı, yüzündeki memnun ifadeyle okunan şiirlere, söylenen şarkılara ve alkışlara eşlik etmekle yetindi. Hemen herkes halinden memnun görünüyor, yüzler gülüyordu. Devlet başkanı birkaç saat halkıyla birlikte eğlendikten sonra şenlikler sürerken beraberindeki yöneticiler ve bilim adamlarıyla tören alanına geldikleri araca yöneldiler. Tam araca binecekken devlet başkanı bir an durdu ve uzun uzun etrafındaki insanlara baktı, yetmedi bir daha baktı, yetmedi bir daha… Yüzündeki tebessüm yayıldı da yayıldı. Halk devlet başkanının gittiğini görünce şenliklere ara vermiş, ona sevgi gösterilerinde bulunmaya başlamıştı. Nihayet herkes yerini alınca araç harekete geçti ve az sonra aynı aracın iki yanından iki kanat açıldığı ve dakikalar içinde gökte süzüldüğü görüldü. Saatler önce karada giden bu araç şimdi gökte uçuyor akrobatik hareketler yaparak halka eşsiz bir seyir sunuyordu. İnsanlar sevinç çığlıkları atıyor, neşeyle alkış tutuyor, şenlikler karada durulsa da havaya sürüyordu.
Uçak kâh denize kadar alçalıyor kâh göğün çatı katına kadar yükseliyordu. Adeta gökte dans ederken ardında rengârenk şeritler bırakıyor, insanların kalplerini coşku ile dolduruyordu. Uçak gökte epeyce dolandı, bir yükselip bir alçaldı, bir ara gözden kayboldu derken yeniden göründü.  Birkaç tur daha attıktan sonra bir anda denize doğru hızla alçalmaya başladı, insanlar eşsiz bir manevrayı izlemek üzereydi. Uçağın burnu su ile buluşmadan aynı hızla göğe yükselecekti. Herkes nefesini tutmuştu. Uçak denize yaklaştıkça heyecanlarını dizginlemekte zorlanıyordu yerlerinde zıplayıp duruyorlardı. Uçak denizin yüzeyine iyice yaklaştığında sağından solundan kara dumanlar yayılmaya başladı. Siyah bir sis perdesinin arasından herkesin göğe doğru yükselmesini beklediği anda beklenen gerçekleşmedi ve su damlalarını göğe sıçratarak denizin derin sularına dalıverdi. Olaya şahit olan küçük büyük herkesin ağzı açık kalmış, gözler yuvalarından oynamıştı. Kalabalık hep bir ağızdan “A-aaaa!” sesiyle dalgalandı. Başlangıçta bunun da gösterinin bir parçası olduğunu düşünen herkes dakikalar geçmesine rağmen sudan çıkan bir uçak göremediklerinden huzursuzlaşmaya, çeşitli teoriler ve felaketler üretmeye başlamıştı. Güvenlik güçleri arama kurtarma çalışması yapmak için kolları sıvarken bu garip araç ve garip olay hem ülkede hem de gezegende günün bombası etkisini yaratarak haber bültenlerine yansımıştı. Her kafadan bir ses çıkıyor, ülke çeşitli teorilerle çalkalanıyordu. Bir yanda devlet başkanının öldüğünü düşünüp yas tutanlar, ağlayanlar; öte yanda ‘kurtulduk’ diye sevinenler, ülkeyi soyup kaçtığına inananlar… Hatta bu araçla başka gezegene geçtiğini düşünenler bile vardı. Bu huzursuz bekleyiş saatlerce sürdü; ama yıllar gibi geçen saatler gibi. Arama kurtarma çalışmalarından bir sonuç elde edilemedi. Devlet yetkilileri de olaya doğru dürüst bir açıklama getiremiyor, kimse ne olup bittiğini bilmiyordu.
Saatler sonra denizde aranan devlet başkanı ve beraberindekiler denizden çok uzaktaki karada, başkentte, ortaya çıkıverdiler. Bir kez daha şükürler ve küfürler edildi; insanın seveni ve söveni arasındaki şu tuhaf denge… Devlet başkanı meraklı haberciler ve soru yağmuru arasından çalışma odasına doğru yürürken sadece şunu söyledi: “Merak etmeyin hiçbir atı, hiçbir kuşu ve de hiçbir balığı öldürmedik.”
Bu olay gezegenin gündemine gerçekten de bomba gibi düşmüş, ülkedeki teknik gelişmelerin ve refah seviyesinin göstergesi olarak diğer ülkeleri kıskandırmıştı. Ülkede hâlihazırda projeler geliştirilmeye devam ediliyordu. Özellikle güneş ve rüzgâr enerjisinden yararlanılarak oluşturulan tesisler ülkenin enerji ihtiyacını karşılamakla kalmıyor dışa bağımlılığı da azaltıyordu. Bunun yanında teknolojik aletlerin insan ömrünü sömüren yapısı büyük oranda değiştirilmiş ve hayatı kolaylaştıran işlevleri dışındaki işlemlere yer vermeyen teknolojik araçlar üretilmeye başlanmıştı. Ayrıca insanlar kitap yazmaya ve üretmeye yönelince kitap sayılarında ciddi bir artış meydana gelmişti bunun için de yine proje üretim komisyonlarına gelen bir teklif uygulamaya konulmuş ve kitapların kalitesini artırmak amacıyla kitap komisyonları kurulmuştu. Bu yolla insanların eser üretmesini engellemek değil faydalı ve değerli bilgiler içeren kitapların öne çıkarılması amaçlanıyordu. Öyle ya iyi kötü ayırt etmeksizin başladığı her kitabı bitirmeden bırakmayanlar ancak başladığı her kitabı yarım bırakanlar kadar iyi bir okuyucu olabilirdi. Bunun için her fikir değerli bulunuyor, imkânlar elverdikçe uygulamaya koyuluyor ve işe yaramadığı anlaşılan projeler uygulamadan kaldırılıyordu.
Ülkede tüm bunlar olup biterken ve zaman o amansız ilerleyişini sürdürürken devlet başkanı kimseye sezdirmeden çalışma odasındaki eşyalarını toplamaya başlamıştı yani birkaç parça kitap, birkaç dosya o kadar. Bu sırada kapı çalındı. Genç adam kapıda göründü ve izin isteyerek içeri girdi. Yapabileceği bir iş olup olmadığını sordu. Devlet başkanı elindeki kitaplardan birini okuyormuş gibi yaparak “Hayır.” diye yanıtladı. Genç adam saygıyla başını eğip kapıdan çıkmaya hazırlanırken beynini kemiren düşüncelere karşı koyamayıp geri döndü: “Merakımı mazur görün ama eşyalarınızı niçin topluyorsunuz?” diye sordu. Devlet başkanı şaşkınlığını gizlemeye çalışarak bir yalan düşünmeye başladı ancak sonra vazgeçti. ‘Bu konuda konuşmak istemiyorum’ diyecek oldu sonra ondan da vazgeçti. Eliyle karşısındaki sandalyelerden birini göstererek genç adama oturmaya davet etti. Genç adam düşünceli bir tavırla sandalyeye oturduktan sonra meraklı gözlerle devlet başkanının dudakları arasından çıkacak sözleri tahmin etmeye çalıştı ama bir sonuca varamadı. Devlet başkanı, söze başlayacağı sırada o sırada bahçede dolaşmakta olan muhabbet kuşu açık camın önüne konup ‘ıhım ıhım’ yaparak boğaz temizleme zamanını hatırlattı ve gerisin gerisi bahçeye doğru kanat çırptı. Devlet başkanı sanki bu anı bekliyormuşçasına boğazını temizledikten sonra: “Vakit doldu, görevi bırakmaya hazırlanıyorum.” dedi. Genç adam devlet başkanının bu sözlerine anlam verememişti çünkü görev süresinin dolmasına bir yıldan uzun bir süre vardı hatta gelecek seçimlerde aday olması için de hiçbir engel yoktu zira halkın büyük bir kısmı gibi o da devlet başkanının yaşadığı müddetçe başkanlık görevini sürdüreceğini düşüyordu. Devlet başkanı genç adamın zihnini okurcasına: “Görev süremin dolmadığını biliyorum ama şunu biliyorum ki hiçbir şey sonsuza dek sürmez. Birilerinin bana kalk demesini beklemeden oturduğum bu koltuktan kalkmam gerektiğini düşünüyorum.” Genç adam şaşkınlıkla kekeledi: “Ni-ni-niçin ve neden şimdi?” Devlet başkanı tebessüm ederek tane tane konuşmaya başladı: “Halkımızın yeni düzenlemeleri sahiplendiğini görüyorum. Herkes canla başla daha iyi bir ülke için çalışıyor bense burada bu koltukta bu fikrin babası olarak otuyorum. Oysa hayır, bu fikirlerin neredeyse hiçbiri bana ait değil ben sadece bunları bir araya getirerek uygulamaya koyulmasına ön ayak olmaya çalıştım hepsi bu. İnsanların zihindeki bu algıyı kırmak, her ne yaptıysak bunu hep birlikte yaptığımızı göstermek istiyorum. Çünkü ben bu görevi bıraktıktan sonra tüm bu yapılanların benimle özdeşleştirilmesinden ve bunların tek tek ortadan kaldırılmasından korkuyorum.  Bunun için de bu görevde olmaksızın bu işleyişin takipçisi olacak ve halkımız için elimden ne geliyorsa yapmaya çalışacağım.” Genç adam tek kelime dahi edemedi, devlet başkanının ses tonu daha önce hiç olmadığı kadar kararlı geliyordu kulağına. Bir süre sessizce birbirlerine ve odaya göz gezdirdiler bir ara muhabbet kuşu yine açık camın önüne konarak kendini hatırlattı. Devlet başkanı boğazını temizleyerek masadaki kitaplardan birini karıştırmaya başladı ve ceketinin cebinden yanından hiç ayırmadığı kalemini alıp birkaç cümlenin altını çizdi. Bu sırada aklına bir şey gelmişçesine tekrar elini ceketinin cebine götürerek yıllar önce devlet başkanının konuşma yaptığı sırada genç adamın ona uzatmış olduğu mendili ceketinin cebinden çıkardı ve genç adama uzattı. Genç adamın bir anda yüzü aydınlandı istemsizce yüz kasları gevşedi ve gülümsedi. Devlet başkanı, “Aklayıp paklayıp ceketimin cebinde saklamışım bunca zaman, artık emanet sahibine…” dedi gülerek. Genç adam elini mavimsi gül işlemesi üzerinde hasretle dolaştırırken: “Ne gerek vardı, pek önemli bir şey sayılmazdı.” dedi. Devlet başkanı genç adamın yüzündeki aydınlanmayı ve yüreğindeki mutluluğu gözünden kaçırmamıştı, “Olsun,” dedi “hem bizim için hiçbir şey ifade etmeyen bir şeyin, başkaları için neler ifade ettiğini bilemeyiz öyle değil mi?” diye cümlesini tamamlarken sonuna nokta niyetine bir göz kırpması kondurmayı da ihmal etmedi.
Bu sırada kapı çalındı. Devlet başkanının uzun yıllardır birlikte çalıştığı hem en yakın arkadaşı hem de çalışma arkadaşı olan başkan yardımcısı odaya girdi. Devlet başkanına nazaran biraz daha uzun boylu, heybetli, asker kökenli bir yöneticiydi ki sert mizacını da buna borçluydu. Genç adam saygıyla ayağa kalkarken başkan yardımcısı yanına yaklaştı eliyle omzuna bastırarak oturmasını sağladı ve sesine pek yakışmayan bir şakacılıkla: “Biz başkan ülkeyi yönetiyor sanıyoruz o burada oturmuş sohbet ediyor.” dedi. Hep birlikte gülüştüler. Devlet başkanı yardımcısına da oturması için bir sandalye işaret etti ama o bu rahatsız sandalyelere oturmayı pek sevmediği için bu daveti reddetti. “Yarınki programı konuşmak için uğramıştım.” dedi. Devlet başkanı yüzünü sıkıntıyla buruşturdu. Genç adam yardımcı olmak için ayağa kalkacakken hem devlet başkanının onu durdurması hem de hâlâ omzunda duran başkan yardımcısının eli nedeniyle bu çabası oturduğu yerde kıpırdamaktan ileriye gidemedi.
Devlet başkanı program dosyasının bulunduğu odanın diğer ucundaki rafa doğru hareket etmek için arkasını döndüğünde başkan yardımcısı ceketinin cebindeki iğneyi çıkararak inanılmaz bir çabuklukla genç adamın boynuna sapladı ve içindeki ilacı damarlarına boşalttı. Devlet başkanı hala arkası dönük bir halde eline aldığı dosyaya göz atarken başkan yardımcısı aynı çabuklukla belindeki ucuna susturucu takılmış tabancıyı çıkarıp devlet başkanının sırtına bir kurşun gönderdi. Devlet başkanı acıdan çok şaşkınlıkla yüzünü yardımcısına ve genç adama doğru dönerken elindeki dosyayla birlikte kendini yere bıraktı. Sağ şakağını yere çarparken şimdi kurşununu yediği yardımcısının askerdeyken hayatını kurtardığı anı sanki yeniden yaşar gibi oldu. Bir akşam vakti bulundukları karakola baskın düzenlenmişti, eline silahı alan üstüne yağan kurşunlara karşılık vermek için tetiğe abanıyordu. İki arkadaş mevzide yan yanaydılar. Hayatta kalmak için ellerindeki silahlardan çok birbirlerine sığınıyorlardı. Nöbete, izine, göreve, operasyona kısacası biri nerdeyse diğeri oraya, gerekirse ölüme bile birlikte gitmeye and içmişlerdi. İşte birlikte ölüme gittiklerine en çok inandıkları bir andı bu. Nerden geldiği bile belli olmayan kurşun dağla taşla bazen de silah arkadaşlarıyla buluşuyordu. Devlet başkanı şimdi sırtından yayılan kan kokusundan mıdır bilinmez çarpışma anında duyduğu kan kokusunu alıyordu. Arkadaşının öfkeden köpürmüş bir şekilde siperden kalkıp dağa bayıra ateş açtığını ve onu sipere çekmek için ayağa kalktığı anda sağ şakağını sıyıran kurşunun derisini yaktığı anı hatırladı. Acıyla öksürdü ve ağzından bir miktar kan boşaldı. En içten gülümsemesi yüzüne yayılırken az evvel eline aldığı kitapta altını çizdiği cümleyi hatırladı: ‘Hadi eldeki tüm silahları yok ettin diyelim, ya zihindeki silahlar?’ Bakışlarını ağır ağır arkadaşının yüzüne çevirdi bu sırada bir su damlası sağ gözünden bir parıltı olarak süzülüp zemine düştü. Zorlukla şu cümleyi kurabildi: “Ben öyle bir kurşunla ölür müydüm sanıyorsun?” durdu, yutkunmaya çalıştı fakat beceremeyerek devam etti “tetiği çeken sen olmasan.” O sırada başkan yardımcısı silahı ceketiyle temizlemeye çalışırken genç adamın elindeki mendili fark etti, mendili kapıp özenle silahın kabzasını temizledi ve yine aynı titizlikle silahı genç adamın avucunun içine yerleştirdi. Dışarıya ipucu vermeyen bir yüz ifadesiyle devlet başkanının bedenine bir kurşun daha göndermeye hazırlanıyordu ki mavimsi tüyleri güneşle parıldayan muhabbet kuşu açık pencereye boğaz temizleme vaktinin geldiğini hatırlatmak için uğramıştı. Odaya şöyle bir göz atıp ‘ıhım ıhım’ diye ses çıkarmıştı. Başkan yardımcısı kulağına yabancı gelen bu sesten irkilerek genç adamın elindeki tabancayı bir kez daha ateşleyiverdi.  Devlet başkanı bu defa göğsüne saplanan ikinci kurşunun acısı ve boğazını temizleme ihtiyacı arasında bir yol tutarak ‘Ihhı ıhh’ diye bir ses çıkarak göğsündeki son nefesi doğaya geri vermişti. Eş zamanlı olarak camın önüne konmuş olan muhabbet kuşu silah sesiyle irkilerek havalandı ve bir süre bahçede kanat çırptı. Daha sonra dura dinlene şehirde birkaç tur attı. En sonunda şehrin uç noktalarında bir yerde bir evin bahçe duvarına kondu. O buralara gelene kadar devlet başkanının öldürüldüğü haberi ülkede çoktan yayılmıştı. İnsanlar bu acı ölüm haberiyle üzülmüş, bir kez daha ‘şimdi ne olacak?’ korkusunu yüreklerinde duyumsamaya başlamıştı. Elbette yine üzülenler, sevinenler bir de çekimser kalanlar vardı; hayat tuhaf! Muhabbet kuşunun konduğu duvarın az ötesinde kaldırımda onlu yaşlarının başlarında gösteren sarı saçlı, gözü yaşlı ufakça bir çocuk oturuyordu. Elindeki tahta çubukla yere bir şeyler çiziktiriyor, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu. Az sonra ayağa fırladı karşı kaldırımdaki yıkık evin duvarında devlet başkanının bir sözü yer alıyordu. Artık ezberlemiş olduğu için içinden hızlıca okuyuverdi: “Yerin altını mezar üstünü pazar olarak görmenin kimseye faydası yok. Mezarcılar ve pazarcılar hariç.” Eğildi, duvarın dibindeki kömürlerden birini eline geçirdi, doğrulup bir eliyle duvara yaslandı diğer elindeki kömürü var gücüyle bastırarak ‘hariç’ kelimesini çizdi ve yerine ‘DAHİL!’ yazdı. Elindeki kömür parçasını öfkeyle duvarın dibine fırlatıp burnunu çekerek eve doğru yürümeye başladı. Bu sırada muhabbet kuşu konduğu duvardan havalandı ve artık iyice batmakta olan güneşe doğru kanat çırptı.


                                                                                       Yunus Emre KARADAĞ
                                                                                        Mayıs 2018  İzmir