10 Ocak 2019 Perşembe

Tanrıyı Oynamak

“Görünüşe göre ölüm, ölümsüzlüğe giden tek yol.
Tabi, sonrasında bir hayatın varlığına inanların için.”
diyor kitap. (Hangi kitap?)

Düşüncelerim, İran’dan çok uzakta İran Riyalini oynuyordu; epeyce birikmişim vardı ama iş yapmama yetmiyordu. Aklım almıyor. Ard arda açtığım onlarca kapı, kapılarla dolu bomboş odalara açılıyor. Önümde hepsi birbiriyle aynı binlerce kapı görüyorum. Ardımda bıraktığım her kapının üstüne bir çarpı işareti koyuyorum, karşıma çıkan hiçbir kapıda aynı işarete rast gelmiyorum. İvedilikle bu binayı yapan, yaptıran ya da burada oturan kişiyle görüşmem gerekiyor. Ona odaların çok zevksiz döşendiğini söylemek boynumun borcu; çünkü boşluktan başka hiçbir şey yok. İnsan hiç değilse bir iki ayna asar, duvarları maviye boyar, üstüne kuşlar çizer değil mi ama? (Ya, hiçse?) Siz hiç şiir okumuyor musunuz Allah aşkına diyeceğim. Evet, diyeceğim. Hayır, boşluk nedir yani? Ben kendimi bildim bileli hayatımdaki boşlukları doldurmaya çalışıyorum! Bu yüzden o odalara hiç değilse aynalar asmalısınız –kuşu, maviyi geçtim-  orada azaldığımı görmek istiyorum.

Kum saatindeki son kum tanecikleri dökülmek üzere… Belimden bir silah çıkarıyor artmakta olan hazneye ateş ediyorum. Kimi şeylerin artışının kimi şeylerin azalışına bağlı oluşu ne kötü… Bunu düşünmek istemiyorum. Beni görünce yanıma gelen adam, geç kaldığımı söylüyor. İnanmazsın bu tip sözleri ben de kendime çok söylüyorum, beni dinlemiyor. (Kim?) Acele etmemiz lazımmış da temizlememiz gereken kirli işler varmış da… Bir depoya gidiyoruz. Ortalık karanlığın yoğunluğuyla aydınlanıyor. Torbalar ve torbacılar, silahlar ve silahçılar, para ve para ve yine para. (Napolyon?) Öyle temiz yüzlü, temiz giyimli adamlar ki kim inanır bu insanların kirli işler yaptığına? Senin savurduğun çöpleri temizleyen belediye işçisinin yaptığı işten, üstüne sinen kokudan iğrenirsin; ama uyuşturucu satan, kadın pazarlayan, silah kaçakçılığı yapan insanların karşısında önünü iliklersin. Ah, şu insanların kiri temizlemek için kirlenen; temizi kirletmek için temizlenen kıyafetleri! Peki, ben ne yapıyorum? Kirli iş yapanları temizliyorum. Peki, benim onlardan ne farkım var? Bir farkım yok; bu işi bir farkım olsun diye yapmıyorum. Sadece içten içe biliyorum ki Tanrıyı oynamak yok; bu işi bi… Sadece içten içe biliyorum ki Tanrıyı oynamak hoşuma gidiyor. (Tanrıyı oynamak? Tövbe tövbe!) iyiye ödül kötüye ceza, ne kadar ekmek o kadar köfte! Birazdan ölüm meleğinin burada ziyafet vereceğini biliyorum çünkü bizatihi kurşunları ben servis ediyorum. Az sonra önümde onlarca yere yığılmış adam yatıyor ve her birinin yanı başına serilmekte olan küçük kırmızı halılar birleşip tek vücut oluyor. Ardımda iz bırakmamak için bu nazik karşılamada kırmızı halıyı kullanmak istemiyorum. Silahlara ve arkadaşıma veda ettikten sonra kalabalık bir caddeye karışıyorum gün aydınlanırken.

Telefonum çalıyor: Babam. Bir banka adı verdikten sonra beni orada beklediğini söylüyor. Gidiyorum. Banka çalışanı çekeceğimiz krediyi ödeme zamanımızdan ve miktarımızdan söz ediyor. Dayanamayıp lafa dalıyorum: “İki ev parasına bir ev alacağız, doğru mu anlıyorum?”
            “Üzgünüm ama koşullar böyle beyefendi, işinize…”
            “Biz bankayı soymaya kalksak suç ama!” diyerek lafını bitirmesine izin vermiyorum. Başımı eğerek babamı selamlıyor ve oradan ayrılıyorum.

Düşüncelerim kirli temiz, renkli beyaz ayırt edilmeksizin alelacele bir dolaba tıkıştırılmış sanki. Bir süre sonra dolabın kapağı kendiliğinden açılıveriyor. Tez zamanda o kapağa kilit vurmalı. Aklım almıyor. Eve gitmek istiyorum. Gözlerimin kapanmasına karşı koyamıyorum. Eve kadar nasıl geldiğim hakkında hiçbir fikrim yok. Kendimi eve atar atmaz yatağa serilip uyuyorum. Yaralarıma o, uykunun iyi gelen tarafından sürüyorum.  
Bir çamaşır makinesinin başındayım. Dolaptan elime geçirdiğim bütün kıyafetleri makineye tıkıyorum. Az sonra çamaşırları kurutmak için dışarı çıkıyorum. Beyazların rengi siyaha çalmış; zararı yok kirlendikleri belli olmaz diyerek kendimi teselli ettikten sonra hepsini ateşe veriyorum. Nöronlarıma izmaritler bastırıyorum. Aklım… (Kaçırıyor galiba.)
Ağzım umumi tuvalet girişi gibi kokuyor. Başımda fazla taşıyamayacağımı düşündüğüm bir ağrı devriye geziyor. Mutfakta yiyecek bir şey bulamıyorum. Annemi de bulamıyorum. Sahi ne kadar oldu onu kaybedeli? Bilemiyorum. Bulduğum ilk kısa kolluyu burnuma götürüp temiz olduğuna hükmettikten sonra üstüme geçiriyorum. Aynı yöntemi çoraplara da uyguluyor bu kez temiz olmadığına hükmetmeme rağmen aynı davranışı tekrarlıyorum.

Hangi aşevine gitmem gerektiğini düşünürken yakınlardaki arsaya takılıyor gözüm. Bundan bir yıl kadar önce iki ağacın çevresine yemyeşil çimenlerin üzerine önce mıcır taşı döküp kermes kurdukları gözümün önüne geliyor, şimdiyse hafriyat kamyonları arsayı siyaha boyuyor. Ağaçların yaprakları daha bir parlak görünüyor gözüme, yine de içten içe soluyorlar biliyorum. Sebep sonbahar değil. İçim eziliyor.
Gök Sofrası’na gidip bir ekmek arası söyledikten sonra aynaya bakan masaya yani her zamanki yerime oturuyorum. Yüzümdeki gittikçe derinleşen izleri izliyorum da kendi ölümümü gizleyemiyorum.  Belki ölümsüzlüğe kıyısından köşesinden tutunabilmek, belki ölüme hükmettiğim hissine kapılabilmek adına öldürmeyi göze aldığımı bu yolu bile isteye seçtiğimi kendime itiraf edemiyorum. Ayna ayna, söyle bana kelimeler de tükenmez kalemler gibi mi? Peki, ya insanın kendine söylediği yalanlar? Düşünceler arasında mideye giden ekmek arasından sonra bir de çay söylüyorum ve ben de olmasam sinek avlayacak olan bu işyerine içten içe acıyorum. Çay bardağını elime alırken silah sesi duyar gibi oluyorum, çay bardağı kayıp düşüyor elimden.  Bir delik açılıyor başımda. Aklım alıyor.(m?) Aynadaki çatlaklarda kızıl ırmaklar oluşuyor. Sanırım ölüyor olmak böyle bir şey, insan önce yadırgasa da sonra alışıyor. Birden ceketimin iç cebinde gül dalı, cüzdanımda şiir, aklımda uzunca bir kitap listesiyle ölmek istediğim fikrine kapılıyorum, artık başka sefere. Gözlerimin kapanmasına karşı koyamıyorum ve sırf meraktan soruyorum insanlar hep böyle mi ölür, ben ölemem inancıyla?

 Zil çaldı, kapıya koştum.
                         


                                                           Yunus Emre KARADAĞ
                                                                   İzmir - 2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.