Çölde Açan Nilüfer
“Bir gün savaş
bitecek ve ben şiirime geri döneceğim.”
(Suriye’de bir duvar yazısı)
“Yerin
altını mezar, üstünü pazar olarak görmenin kimseye faydası yok. Mezarcılar ve
pazarcılar hariç.” Az sonra tüm ülkenin hatta bekli de tüm gezegenin duyacağı
bu cümleyi o saatler önce duymuş ve çoktan beyninin kıvrımlarında büyütmeye
başlamıştı. Devlet başkanı dün akşam kendisini yanına çağırmış ve nicedir
üzerinde çalıştığı bu fikri halkına duyurmak için bir açıklama yapmaya karar verdiğini
belirterek kendisinden söyleyeceklerini yazmasını istemişti. İşte büyük gün
gelmişti. Tarihin akışında öyle anlar vardır ki bazen suyun akışı bazen suyun
yatağı değişir; bazense su sadece bulanmakla yetinirdi. Ve işte en büyük soru:
Bu, o anlardan hangisi ve o, bu anın neresinde?
Kalbi bütün bedenine yayılıvermişti
sanki her yanından ayrı bir ritim fışkırıyordu. Artık açıklamanın yapılacağı
salona gitmek için bir an önce bulunduğu binadan çıkıp ana binaya gitmesi
gerekiyordu. Gezegenin bütün havasını ciğerlerine çekmek istercesine şimdiye kadar
almış olabileceği en derin nefesini alır almaz “Hadi bakalım!” diyerek ayağa
fırladı. Bu ayakların ona ait olduğuna emin değildi çünkü adeta uçuyordu. Hatta
bu bedenin de ona ait olduğundan şüpheliydi sanki artık kendi iradesi dışında
hareket ediyordu. Kapıdan dışarı adımını attığında gözlüğüne hücum eden yağmur
damlarıyla irkilerek kendine geldi. Kafasındaki düşünceler yüzünden dışarıda
olup bitenin farkında varamamıştı. Yağmur, toprağı suya doyurmak için var gücüyle
yeryüzüne yayılıyordu. İşte buna hazırlıksız yakalanmıştı, neyse ki konuşma
metnini ceketinin altına alarak metne zarar gelmesini önlemeyi akıl edebildi.
Gözlüklerinde su damlaları dans ededursun o bir yandan ellerini göğsüne
bastırarak öte yandan ıslanmaya başlayan çoraplarını düşünmemeye çalışarak
toprağın kıpırdanışı ağaçların yeşerişi arasından süzülüp ana binaya varmayı
başarmıştı.
Ortalıkta kimse görünmüyordu, tabii
bunda gözlüklerinin üstündeki su damlalarının da payı vardı. Gözlüklerini temizleyecek
bir şey bulmak için ceplerini yokladı. Tek aşkının tek hediyesi olan –ki o da
tek yanlı bir aşk- işlemeli mendil eline geçti. Ama ona kıyamadı. Az ötedeki
tuvalete giderek oradaki kağıt mendille gözlüklerini parlattıktan sonra aynaya
baktı. Denizden çıkmış gibi bir hali vardı. Saçlarındaki sular kemerli burnunun
üstünden süzülerek dudaklarına ulaşıyordu. Aynadaki görüntüsüne dalıp gitmişken
beyninden başlayarak ayak uçlarına inen bir ürpertiyle elini ceketinin altındaki
konuşma metnine attı. Hafif nemlenmiş olduğunu görünce bir an duraksadı. Sonra
dışarı fırladı ve konuşma salonunun kapısına gelene kadar hız kesmedi. Kapıya
vardığında devlet başkanının kürsüde olduğunu ve kendisine gülümsediğini gördü.
Hah, film başlamıştı bile ve o, tüm seyirciler yerini almışken ortadaki
koltuğuna oturmaya çalışan bir sanatseverdi yine! Yüzü mahcubiyetin rengine
büründü. Etrafa yaydığı ısıyla buzulları fazlasıyla tuzla buz edebilirdi.
Devlet başkanı tam bu sırada: “Gel gel,
sen geç kalmadın biz erken geldik.” derken konuşma metnini istercesine elini
boşluğa uzattı. Metni vermek için devlet başkanının yanına doğru seğirtirken
attığı her adımda ‘fuçuv fuçuv’ diye ses çıkararak etrafa yayılan su
damlalarının da bu sırada farkına varabildi. Yüzü renk alıp vermede
gökkuşağıyla yarışacak düzeye erişmişti, şimdiden sekiz kusurlu hareketin en az
dokuzuna sahipti. “Harika!” diye söylendi kendi kendine. Ne söylemesi
gerektiğini zihninde toparlamaya çalışırken ağzından şu kadarı dökülebildi:
“Özü…” ancak devlet başkanı sözünü bitirmesine fırsat vermeden “Sıhhatler olsun”
dedi, göz kırparak devam etti “üzülme, toprakla bulaşacak olan her fidanın
öncesinde biraz suya ihtiyacı vardır.” Başını minnetle aşağıya eğip tebessüm
etti ve üç dört metre ötedeki yerine geçerek salona göz gezdirdi. Siyasetçiler,
gazeteciler ve bir kısım halk merakla kürsüye bakıyor ve ara sıra birbirlerinin
kulaklarına bir şeyler fısıldıyorlardı. Devlet başkanı, hiç şaşmaz, her beş dakikada
bir yaptığı gibi saatini kontrol etti ve ‘ıhım ıhım’ diye ses çıkararak
boğazını temizledi. Bunun üzerine salondakiler de dikkatlerini kürsüye yöneltmek
niyetiyle yerlerinde kıpırdandılar. Ayrıca birçoğu da devlet başkanının boğaz
temizleme sesinin bulaşıcılığıyla ona benzer şekilde sesler çıkararak boğazını
temizleme ihtiyacı hissetti, buna devlet başkanının üç dört adım ötesinde duran
genç adam da dâhildi.
Herkes sustuğunda devlet başkanı
konuşmaya başladı: “Öncelikle hepiniz hoş geldiniz, şansa bakın ki günün anlam
ve önemini belirten konuşmayı ben yapacağım ve umarım sizler soğuk esprilerim
karşısında pek üşümezsiniz.” Salondakiler ayıp olmasın diye tebessüm etmeye
çalışırken devam etti: “Her neyse, her neyse. Öncelikle şunu belirtmeliyim ki
bugün burada hiçbirinizin bilmediği hiçbir şey söylemeyeceğim. Eminim hepsini
daha önce duydunuz, gördünüz ya da en azından bir kısmını hayatınızın bir
döneminde aklınızdan geçirdiniz. Bense size artık bütün bunları
gerçekleştirmeye ne dersiniz diye sormak için buradayım. Hepimiz biliyoruz ki
insan akıllı bir varlıktır; fakat güçlü değil. Misal yırtıcı bir hayvan sizi pekâlâ
bir bilim adamı gibi atomlarınıza ayırabilir. Bu yüzden olsa gerek insanlar
eski çağlardan bu yana kâh kendini korumak kâh karnını doyurmak adına çeşitli
silahlar üreterek bugünlere geldi. Hâlâ türünü devam ettirebildiğine göre de
başarısız oldu denemez. Ancak zaman geçtikçe insanlara ürettikleri yetmedi ve
hep daha iyisine ulaşmak, daha ileriye gitmek için çaba harcadı. Fena mı etti?
Yoo, hayır; uzak denen yakın oldu, hayal denen gerçek, imkânsız denen mümkün…
Ancak sonunda öyle bir noktaya varıldı ki insanlar hayvanlardan korunmak ve
karınlarını doyurmak için kullandıkları silahları birbirlerine çevirmeye
başladılar. Sonra film koptu işte. Kaleler, burçlar, duvarlar, hisarlar… Oklar,
yaylar, mızraklar, kılıçlar, kalkanlar, toplar, tüfekler, bombalar, mayınlar,
füzeler, daha neler neler… Belki bugün çiçekten çok silah çeşidi var. Oysa
girdiği hiçbir savaşı kaybetmeyen her bir kralın ölüme karşı giriştiği hiçbir
savaşı kazanamadığını da yazmıyor mu tarih? Yazıyorsa da pek de öyle kalın
harflerle yazmıyor gibi. Demek istediğim aç hayvanların saldırılarından ve
kendi açlığımızdan korunmayı başardık da insanı insanın açlığından koruyamadık.
Ne zaman kafes ardında yırtıcı bir hayvan görsem bana içten içe şunu söyler
gibi gelir: “Hadi bu teller sizi bizden koruyor da sizi sizden kim koruyacak?”
Bir an durakladı saatine baktı, “ıhım
ıhım” diyerek boğazını temizledi, salondan da benzer sesler yankı yapar gibi
olduktan sonra sözlerine devam etti: “Hazır hayvanları konuşturmaya başlamışken
size çocukluğumda dinlediğim bir efsaneyi anlatayım.” dedi ve başladı
anlatmaya: “Zamanın birinde, ülkelerden birinde hayvanlarla konuşabilen bir
adam varmış. Bu adam bütün hayvanlarla arkadaşlık edebiliyor ve onlar sayesinde
işlerini kolaylıkla yerine getirebiliyormuş. Bir gün atlar gibi koşmak, kuşlar
gibi uçmak ve balıklar gibi yüzmek için güçlü bir istek duymuş. Sonunda tüm
hayvanlara haber salmış; ülkenin en güzel atını, en güzel kuşunu ve en güzel
balığını görmek istediği söylemiş. Bu isteklerine ulaşmasına yardımcı olan tüm
hayvanları ödüllendireceğini de duyurmuş ve çok geçmeden bırak ülkeyi gezegenin
en güzel atı, en güzel kuşu ve en güzel balığıyla bir deniz kıyısında bir araya
gelmiş. Onlarla dostluk kurmaya çalışıp hediyeler vermiş. Epeyce zaman bu deniz
kıyısında buluşmaya devam etmişler. Adam bu süreçte attan nasıl böyle güzel
koştuğunu, kuştan nasıl böyle güzel uçtuğunu, balıktan nasıl böyle güzel
yüzdüğünü öğrenmeye çalışmış ancak aldığı cevaplar onu memnun etmeye yetmemiş.
Bir gün atı evine davet etmiş; ertesi gün at toplantıya katılmamış. Sonraki gün
kuşu evine davet etmiş, ertesi gün kuş da toplantıya katılmamış. Son gün
balıkla tam vedalaşıp ayrılacaklarken adam ona bir hediyesi olduğunu söylemiş
ve sakladığı ağla balığı güç bela yakalayıp evine taşımış. Aradan birkaç gün
geçtikten sonra genç adamın ve hayvan dostlarının ortalıkta görünmediğinin
farkına varan diğer hayvanlar genç adamın evine bakmak için yola koyulmuşlar.
Eve vardıklarında kapıyı çalmışlar, pencereleri gagalamışlar, bacadan girmeyi
denemişler derken içerden ses gelmeyince kapıyı kırmaya karar vermişler. Birkaç
güçlü hayvan tekmesiyle kırılan kapıdan ürkek adımlarla eve girmişler. Ortalığa
yayılan ağır kan kokusundan hem korkup hem de tiksinirken gördükleri manzara
karşısında hepsi kendi dilinde ağıtlar yakmaya başlamışlar. Balığı derisi
yüzülmüş; atı bacakları kesilmiş; kuşu kanatları kırılmış bir halde bulmuşlar
ve bütün hayvanlar hemen bunu yapan genç adamı aramaya koyulmuşlar. Çok
geçmeden genç adamın cansız bedenini bir uçuruma çakılmış halde bulmuşlar. Genç
adamı bulduklarında üzerinde balığın dersinden, atın ayaklarından ve kuşun
kanatlardan yapılmış bir kıyafet varmış.” Devlet başkanı sözünü bitirdiğinde
salondakilere göz gezdirdi, her birinin düşüncelerini anlamaya çalışırcasına
gözlerinin içine bakıyordu. İç çekişiyle birlikte ses sisteminde bir titreme
meydana getirdikten sonra kaldığı yerden devam etti: “Yani demem o ki atlar koşarken,
kuşlar uçarken, balıklar yüzerken ve insan tüm bunları hayal ederek yaşarken
güzel. Evet! Yaşamak için çaba göstermek gerektiğine inanıyorum çünkü öteki
seçenek nasılsa gerçekleşecek. Burası uğruna ölmeye değmeyecek kadar ölümlü bir
yer. Bunun için geçmişte atalarımızın da dediği gibi tüm ülkemizde ve
gezegenimizde barışın hâkim olması için çaba göstermemiz gerektiğini
düşünüyorum.
Saatine baktı, “ıhım ıhım” ederek
boğazını temizledi ve salondakilerin kendisine eşlik etmesini beklemeden
sözlerini sürdürdü: “Yerin altını mezar üstünü pazar olarak görmenin kimseye
faydası yok. Mezarcılar ve pazarcılar hariç. Dolayısıyla bugün buradan ülkeme
ve dahi tüm insanlığa sesleniyorum. Gelin, birbirimizi öldürmek için
harcadığımız paraları birbirimizi yaşatmak için harcayalım. Zira ünsüz bir
yazarın da dediği gibi ‘Çok da şey yapmamak lazım çünkü bu hayat çok da şey
değildir.’ Ne yazık ki size her ayrıntısı düşünülmüş ve aynı zamanda herkesin
mutlu olduğu bir düzen vaat edemiyorum. Bunun yerine herkesin söz sahibi
olduğu, hepimizin çabalarıyla oluşabilecek bir düzen hayal ediyorum. Bu amaçla
üzerinde çalıştığımız konuları birkaç kalemde size anlatmaya çalışacağım.
Öncelikle eğitim alanından başlayalım. Başta çocuklarımız olmak üzere herkese
duygusal eğitim verilmesini için gerekli çalışmalar tamamlandı. Bugün yaşadığımız
birçok sorunun kaynağının birbirimizi anlayamamak olduğu kanısındayız.
Dolayısıyla özellikle çocuklarımıza duygusal eğitim kapsamında duygudaşlık,
kendini ifade etme, saygı ve sevgi gibi konularda beceriler kazandırmayı
önemsiyorum. Eğitim sistemimizde duygu eğitimine en az bilim dersleri kadar yer
verilmesini planlıyoruz. Böylece bu eğitimlerin insanların yaşamlarının
ilerleyen yıllarında karşılaşacakları duygusal sorunları en aza indirgeyeceğini
ümit ediyorum. Çünkü aynanın üzerindeki su buharını silersek görüntü daha da
netleşecektir.
Peki, hayatınızın herhangi bir döneminde
birbirimizi kandırmadan yaşayabileceğimiz günleri hayal etme fırsatınız oldu mu
hiç? Olmadı mı? Yazık, sanırım bundan sonra da olmayacak zira bilim insanlarımız
gerekli çalışmaları tamamlayıp insanların yalan söylemesini önleyen bellek
kartını üretmeyi başardı. Bu uygulamanın ilk deneklerinden biri olarak karşınızda
duruyorum diyerek eliyle saçlarını kaldırarak sağ şakağındaki ince çizgiye
işaret etti. Bunun için basit bir cerrahi işlem gerekiyor tabii.” Devlet
başkanı bunları söylerken özellikle ön sıralarda oturan yakın çalışma
arkadaşları ve başkan yardımcısıyla göz göze gelmemeye büyük gayret gösterdi.
Salon şaşkınlıkla dalgalandı. Fısıldaşmalar uğultuya dönüştü öyle ki devlet
başkanının bu sırada saatine bakıp boğazını temizlediği bile çok az kişi
tarafından fark edilebildi. O ise bu uğultuya kulak asmaz görünerek konuşmasına
kaldığı yerden devam etti: “Suç ve ceza konusuna gelince, suçun niteliğine göre
psikolojik cezalar uygulanması yönünde birtakım düzenekler hazırlanıyor ama
şimdi bu konuda ayrıntı vermeye kalkışırsam işin sürprizi kaçabilir. Sadece
şunu söyleyebilirim, diyelim ki birini öldürdünüz, e yalan söyleyemeyeceğiniz için zaten hemen
yakalanacaksınız ve kurulan bu yeni ceza programları sayesinde suç anını
mağdurun gözünden tekrar tekrar yaşayacak ve en zalim yargıç olan kendi
vicdanınızla baş başa kalacaksınız. Sizi temin ederim bir avuç gökyüzünü bile
çok göreceksiniz kendinize.
Gelelim mülkiyet kavramına, her şeyin
devlete devletinse halka ait olduğu bir düzende böyle bir kavrama gerek
kalmayacak. Birilerinin eski eşyalarını
koymak için yeni evlere ihtiyaç duyduğu bir ülkede, başka birilerinin başını
sokacak bir ev dahi bulamamasını hazmedemiyorum. Babaların evlatlarına borç ya
da çek senetleri bırakmadığı ya da ne bileyim bir çocuğun altın beşikler içine
doğarken bir başka çocuğun çöp yığınının içine doğmadığı eşit bir toplumsal
yapı düşlüyorum. Onlara ağaçları kesip yerine ağaç resimleriyle süslediğimiz
binalar bırakmak yerine bir sanat yapıtı bıraktığımızı hayal edin. Hele hele bir
şiirin mirasçısı olduğunuzu düşünsenize? Bu yüzden halkımı yazmaya, üretmeye,
hayal etmeye davet ediyorum; bundan daha önemli işi olan gelmesin.
Söz şiire gelmişken tüm silahların
toplatılmasını öneriyorum. Ülke olarak bizim silaha ihtiyacımız kalmadı bunu
ilerleyen günlerde göreceksiniz. Ayrıca bilinçsiz kullanıldığında bir silah
kadar tehlikeli olan teknolojinin esiri olmanın önüne geçmek adına hayatımızı
kolaylaştıran bu aletlerdeki angarya işlere, eğitsel değeri olmayan oyunlara
son verilmesini, insanların görünmeyen kelepçelerle bağlı oldukları bu
aletlerden kurtulmalarını öneriyorum. Öte yandan bir sorunu olan bize çözüm önerisiyle
beraber gelsin, ‘bu böyle ama şöyle olsa daha iyi olur’ desin ve bu öneriler
ülkenin her yanında kurulacak olan fikir komisyonlarında değerlendirilsin,
uygulamaya koyulsun. Ben istiyorum ki herkes kendince projeler üretsin, icatlar
yapsın, bilim ve sanat konuşulsun. Merminin bininin bir para olduğu bir
düzenden kitabın bininin bir para olduğu bir düzene geçilsin; kitabın fiyatı
ucuzlaşmış olsun ama değeri misliyle artsın. Bu bir ölüm kalım meselesidir
bunun için de cankurtaranın acı çığlığının yüreklerimizi parçalayarak
kulaklarımızda yankı bulmasını beklemeden gelin bu çağrıma yanıt verin. Bireysel
çıkarlarımızı, kendi rahatımızı bir kenara bırakalım ve insanlığa yol verelim.
Cihana hakim olma hayali…” cümlesini
bitirmeden önce saatine göz attı aynı mekanik sesle “ıhım ıhım” diyecek oldu ki
bu sırada burnundaki akıntıyı gizlemek adına elleriyle yüzünü kapatmaya
çalıştı. Yanı başında duran genç adam hiç tereddüt etmeden cebindeki işlemeli
mendili devlet başkanına uzatmak için ileri fırladı. Devlet başkanı gözlerini
kapayıp başını eğerek teşekkür ederken “Sözde yağmuru sen yedin ama şifayı biz
kaptık.” diye fısıldadı. Genç adam yerine dönerken devlet başkanı salona
hafifçe sırtını dönüp burnunu temizledikten sonra konuşmasını kaldığı yerden
sürdürdü. “Bu kötü görüntü için hepinizden özür diliyorum. Ne diyordum? Ha,
cihana hakim olmak…” durdu, acı acı güldü “Zaten düştüğümüz tüm bu belaların
nedeni, afedersiniz, burnundaki sümüğe hükmedemeyen insanın cihana hükmetmeye
kalkışması değil mi? Her şeye hükmetme arzumuz bize hükmetmeye başladı mı
buranın derdi, çilesi bitmez. Sözün özü, ne biz ona hükmedelim ne o bize… Zaten
kalıcı değiliz şöyle birkaç on yıl gezinip gideceğiz.” Durdu. Gözlerini kapattı.
Derin bir iç çekti ve gözlerini yavaşça açarak: “Bir ülke düşlüyorum insanların
hayatlarını kazanmak adına hayatlarını kaybetmediği, bir ülke her sabah
insanların birbirine selam verdiği, silahların sustuğu, çocukların neşeyle
koşuştuğu, kimsenin düşmanlık nedir bilmediği, insana değer verildiği, kimsenin
‘adam yerine koyulmak için’ suça itilmediği, yalan söylemenin unutulduğu, akıla,
duygulara spora ve sanata gereken önemin verildiği… Bir insandan bir tane daha
olmadığının gerçekten farkına varıldığı, insanların birbirine ‘gezegende
milyarlarca insan var ama senden bir tane daha yok’ diyerek kalbiyle sarıldığı
bir ülke… Kimsenin kendisi olmak dışında bir şey olmak için uğraşmadığı,
kadının adının silinmediği, kimsenin görmezden gelinmediği bir ülke! Tüm bunlar
herkesi mutlu etmeye yeter mi? Bilmiyorum. Tam da bu noktada sizlerin neler
hissettiğinizi, neler düşündüğünüzü önemsiyorum. Gerekli çalışmalar
tamamlandığında tüm bunların halk oylamasına sunulacağını belirtmek istiyorum.”
Biraz bekledi. Gözleriyle salonu taradı. Kimilerinin ‘vah vah aklını kaçırmış
zavallı’ diyerek baktığını kimilerininse onu hayranlıkla izlediğini önemsemedi.
Bir an gözlerini kapadı, derin bir iç
çekerek gözlerini açtığında yıllardır kimseye söylemediği sırrını şimdi tüm
gezegene haykırmak isteyen bir insan edasıyla şu sözler döküldü dudaklarından:
“Peki, tüm bunları niçin mi istiyorum? Çünkü geriye kemiklerim dışında işe
yarar bir şeyler kalsın istiyorum. Mademki öleceğiz o halde yaşayalım.
Gerçekten!” Başıyla salonu selamladı. Bazılarının ellerini hunharca birbirine
çarptığı bazılarınınsa isteksiz bir alkışla onlara eşlik ettiği gözlerinden
kaçmadı ki ikinci kısımda yakın çalışma arkadaşları da vardı. El kaldıran
gazetecilere göz gezdirdikten sonra “Soru almayacağım zira cevaplar sizde
saklı.” dedikten sonra bir anda aklına bir şey gelmiş gibi üç dört adım
ötesindeki ıslak yüzünden su damlaları kadar soru işaretleri de süzülen genç
adama döndü, kürsüden geri çekildi ve eliyle onu kürsüye davet etti. Genç adam
bunun ne anlama geldiğini anlayamasa da kürsüye ilerledi. Arkasını dönüp giden
ve bunu yaparken bir yandan da saatine bakıp boğazını temizleyen devlet
başkanını şaşkın gözlerle izledi. Ellerini kürsünün üstünde birleştirerek aynı
şaşkınlıkla kendisini izleyen salondakileri inceledi. Ceplerini yokladı, hiçbir
şey yoktu. Gözü kürsünün kenarındaki mendile takıldı, bakışlarını zihnine
çevirdi. Gözlerini kapattı. Gördüğü sadece sevdiği kadındı. Bu manzarayı bozmadı.
Buğulu bir sesle:
“Uzun
yollar aşmadım, belki de aştım
Ayaklarıma
sor
Acı
çeken insanlar tanıdım
Biraz
acı çekmiş de olabilirim
Anlatmak
zor.
Bir
gün kalbim elimde koşarken
Sen
çıkıverdin karşıma
Çölde
çiçek açtı, kuşta gökler uçtu
Gözlerinde
yepyeni bir ülke gördüm
Yaşayayazdım
Seni
sevdim, senden güzel olmasın
Yıllanmış
bir şarkıya katıp öylece seni
Ve
yalnız şunu söyleyebildim kendime
Ülkem,
niye senin kadar güzel olmasın?”
Gözlerini açmak için biraz bekledi ve
açar açmaz kürsüden inerek salonu terk etti. Ardından belli belirsiz alkışlar
yükseldi. Ayakkabılarından sular yaya yaya devlet başkanının odasına yöneldi. O
kısımda devlet başkanına ait iki oda vardı: biri rahat koltuklarla döşeli daha
önceki başkaların oturduğu görkemli oda; diğeri şimdiki devlet başkanının
göreve gelir gelmez oluşturduğu içinde koca bir kitaplık ve pek rahat olmayan
bir masa ve birkaç sandalye bulunan yeni oda. Devlet başkanı görkemli odayı
neredeyse hiç kullanmamıştı, ‘koltukların büyüklüğü yapılan işin büyüklüğünün
göstergesi olamaz’ diyerek adı yeni olan bu eski odaya taşınmıştı. Genç adam
odanın kapısının önünde durdu, zihnini toparladığına kanaat getirdikten sonra
kapıyı çaldı. “Giriniz.” cümlesini duyunca içeriye girdi. Devlet başkanı pencerenin
önünde yavaş yavaş yayılmaya başlayan karanlıkla gitgide azalmaya başlayan
yağmurun selamlaşmasını seyrediyordu. Arkasını dönmeksizin “Yüreğine sağlık.”
dedi. Genç adam mahcubiyetle yoğrulmuş bir şaşkınlıkla “Dinlediniz mi?” diye
sordu. Devlet başkanı gülümseyerek arkasını dönerken “Hayır,” dedi “ama âşık ne
dese güzel der.” diye tamamladı cümlesini. Genç adam tebessüm edip başını öne
eğerek yanıt vermeye çalıştı bu söze. Devlet başkanı yerine oturup genç adam
orada yokmuşçasına kitabını okumaya daldı. Epeyce zaman geçti, bu sürede devlet
başkanına her beş dakikada bir boğazını temizlemesi gerektiğini
hatırlatırcasına “ıhım ıhım” diye odanın içinde dolaşan rengârenk tüylerinden
mavi tonların öne çıktığı bir muhabbet kuşunun sesi duyuluyordu yalnızca.
Devlet başkanı bu sayede saatine bakmadan kitabını okumayı sürdürebiliyor
sadece sırası gelince muhabbet kuşuna eşlik ediyordu. Sessizlik karanlık gibi
yayılırken odaya genç adam cesaretini toplayıp “Yalnız bir hususu merak
ediyorum…” diye söze girdi. Devlet başkanı başını hiç oynatmadan sadece okuma
gözlüklerinin üzerinden ona bakmakla yetindikten sonra “bunca çabayı neden
ölümsüzlüğü bulmak için harcamadınız?” diye sordu. Devlet başkanı acı acı
tebessüm etti, sandalyesinde arkaya doğru yaslandı: “Aramadık mı sanıyorsun?
Ancak çalışmaların bitirilmesinde karar kıldık.” Genç adam bu beklemediği cevap
karşısında “İyi ama niçin?” diyebildi. Aldığı yanıt: “Öleceğini bildiği halde
bunları yapan insan, ölmeyeceğini bilse neler yapmaz?” oldu. Genç adam daha önce
hiç bu açıdan düşünmediğini fark etti, bir müddet camdan dışarı boş boş baktı.
Muhabbet kuşu kendini hatırlattıktan sonra izin isteyerek odadan ayrıldı.
Sonraki günlerde halk oylaması için
hazırlıklar başladı, toplantılar yapıldı. Muhalefet devlet başkanını ülke
kaynaklarını boş hayaller peşinde tüketmekle suçluyor eğer böyle bir düzen
kurulursa ülkenin yıkılacağını söylüyordu. Ülke ikiye bölünmüştü her kafadan
bir ses çıkıyordu. Kimileri hararetle devlet başkanını eleştiriyor kimileri de
devlet başkanını aynı hararetle savunuyordu. Devlet başkanıysa orası senin
burası benim geziyor bilgilendirme toplantılarında insanlara aklındaki düzeni
anlatmaya çalışıyordu.
Nihayet aylar içinde halk oylaması
yapıldı. Sonuçlar %51’e %49 olmak üzere yeni düzen lehineydi. Devlet başkanı bu
sonuç üzerine hiç yorum yapmadı onun yerine yakın çalışma arkadaşlarından
birinin şu yorumu siyasi tarihin sayfalarına geçti: “Gezegenin yarısı evlenmek
istiyorsa diğer yarısı boşanmak istiyor.” Bu sonuçlar sonrasında planlar yavaş
yavaş uygulanmaya geçirildi. Ülkedeki tüm silahlar toplatıldı, silah
fabrikaları kapatıldı. Askeri harcamalar kısıldı bunun yerine devlet başkanının
daha önce sözünü ettiği savunma sistemi ülkenin her köşesine yerleştirilmeye
başlandı. Bu savunma sisteminin özelliği askeri bir yetkili tarafından şöyle
açıklandı: “Diyelim ki eski bir dostumuz bize bir füze göndermeye kalkıştı söz
konusu savunma sistemi karşı füze ile harekete geçerek üstümüze gelmekte olan
füzeyi manyetik alanı içerisine alarak gerisin geri geldiği yere götürecek.
Kısacası bize havai fişek gösterisi hazırlayan eski dostumuzun bu havai
fişekleri kendi toprakları üzerinde patlayacak.” Bu sistem diğer ülkelerde de
büyük yankı uyandırdı ve kimse bu sistemi sınayacak cesareti gösteremedi.
Öte yandan eğitim sistemi değiştirildi;
duygusal eğitim, sanat ve spor dersleri yeni sistem içerisinde kendisine yer
buldu. Ülkenin her yerinde proje üretim komisyonları kuruldu. Psikolojik
cezaların öne çıktığı ceza sistemine geçildi. Evsizlerin evi işsizlerin işi
olurken zengin tabakanın gözyaşları sel oldu. Konuşmaya başlayan çocuklar da dâhil
olmak üzere herkes yalan söylemeyi önleyen bellek kartlarından nasibini aldı.
Bunun için insanlar yalanla mücadele merkezlerine gidiyor, önce yalan
söylediklerinde canları yanacak bir düzenekte eğitiliyor ardından da sağ
şakaklarında belli belirsiz bir izle bu merkezlerden ayrılıyorlardı. İnsanlar
artık yalan söylemeyi unutmuştu, doğruyu söylemeyecekleri bir anda ise “Bu
konuda konuşmak istemiyorum.” demeyi öğrenmişlerdi. Az sayıda karşı örnek
dışında işe yaradığı söyleniyor, bilim insanları bu konudaki çalışmalarını
sürdürüyordu.
Gerçekten suç oranı azalmış, insanlar kendi
sorunlarına çözüm önerileri getirmeye başlamıştı. Duygusal eğitimin faydası
görülüyor insanlar saygı gösteriyor, saygı görüyorlardı. Herkes sanata, spora
vakit ayırıyor, üretiyor; yalnızca var olabilmenin, yalnızca kendi olabilmenin
tadını çıkarıyordu. Şiir gibi bir ülkenin dizeleri tarihin sayfaları arasında
yerini alıyordu. Üstelik herkes öyle ya da böyle kalemin ya da kâğıdın bir
yerinden tutma fırsatı buluyordu. Devlet başkanının her şeyi başlatan
konuşmasının üzerinden bir yıla yakın süre geçmişti. Ülke, herkesin her şeyi
bildiği ama kimsenin bir şey yapmadığı bir havadan; herkesin bir işin ucundan
tutmaya çalıştığı, eyleme geçtiği bir havaya bürünmüş gibiydi.
Her şey yolunda görünüyordu ki yeni
düzene geçişin birinci yılı şerefine çeşitli gösteriler planlanıyordu.
Kutlamalar yapılacak, şarkılar ve şiirler gökteki kuşlara eşlik edecekti. Ancak
insanlara tuhaf görünen bir kararla kutlamaların merkezi için başkent değil de deniz
kıyısındaki şehirlerden biri seçilmişti. Nihayet o gün geldiğinde her yer bayraklarla
donatılmış, şenlikler almış yürümüştü.
Devlet başkanı tören alanına ülkenin
ileri gelen bilim adamlarının çalışmalarıyla üretilen kocaman bir araçla
iştirak etmişti. Daha önce eşi benzeri görülmemiş bu araç halkı
heyecanlandırmakla kalmamış devlet başkanının devlet hazinesini kendi keyfi
için har vurup harman savurduğu yönündeki muhalefet tezlerini de akla getirmişti.
Devlet başkanı o gün halkına sesleniş konuşması yapmadı, yüzündeki memnun
ifadeyle okunan şiirlere, söylenen şarkılara ve alkışlara eşlik etmekle
yetindi. Hemen herkes halinden memnun görünüyor, yüzler gülüyordu. Devlet
başkanı birkaç saat halkıyla birlikte eğlendikten sonra şenlikler sürerken
beraberindeki yöneticiler ve bilim adamlarıyla tören alanına geldikleri araca
yöneldiler. Tam araca binecekken devlet başkanı bir an durdu ve uzun uzun
etrafındaki insanlara baktı, yetmedi bir daha baktı, yetmedi bir daha…
Yüzündeki tebessüm yayıldı da yayıldı. Halk devlet başkanının gittiğini görünce
şenliklere ara vermiş, ona sevgi gösterilerinde bulunmaya başlamıştı. Nihayet
herkes yerini alınca araç harekete geçti ve az sonra aynı aracın iki yanından iki
kanat açıldığı ve dakikalar içinde gökte süzüldüğü görüldü. Saatler önce karada
giden bu araç şimdi gökte uçuyor akrobatik hareketler yaparak halka eşsiz bir
seyir sunuyordu. İnsanlar sevinç çığlıkları atıyor, neşeyle alkış tutuyor,
şenlikler karada durulsa da havaya sürüyordu.
Uçak kâh denize kadar alçalıyor kâh
göğün çatı katına kadar yükseliyordu. Adeta gökte dans ederken ardında rengârenk
şeritler bırakıyor, insanların kalplerini coşku ile dolduruyordu. Uçak gökte
epeyce dolandı, bir yükselip bir alçaldı, bir ara gözden kayboldu derken
yeniden göründü. Birkaç tur daha
attıktan sonra bir anda denize doğru hızla alçalmaya başladı, insanlar eşsiz
bir manevrayı izlemek üzereydi. Uçağın burnu su ile buluşmadan aynı hızla göğe
yükselecekti. Herkes nefesini tutmuştu. Uçak denize yaklaştıkça heyecanlarını
dizginlemekte zorlanıyordu yerlerinde zıplayıp duruyorlardı. Uçak denizin
yüzeyine iyice yaklaştığında sağından solundan kara dumanlar yayılmaya başladı.
Siyah bir sis perdesinin arasından herkesin göğe doğru yükselmesini beklediği anda
beklenen gerçekleşmedi ve su damlalarını göğe sıçratarak denizin derin sularına
dalıverdi. Olaya şahit olan küçük büyük herkesin ağzı açık kalmış, gözler
yuvalarından oynamıştı. Kalabalık hep bir ağızdan “A-aaaa!” sesiyle dalgalandı.
Başlangıçta bunun da gösterinin bir parçası olduğunu düşünen herkes dakikalar
geçmesine rağmen sudan çıkan bir uçak göremediklerinden huzursuzlaşmaya,
çeşitli teoriler ve felaketler üretmeye başlamıştı. Güvenlik güçleri arama
kurtarma çalışması yapmak için kolları sıvarken bu garip araç ve garip olay hem
ülkede hem de gezegende günün bombası etkisini yaratarak haber bültenlerine
yansımıştı. Her kafadan bir ses çıkıyor, ülke çeşitli teorilerle
çalkalanıyordu. Bir yanda devlet başkanının öldüğünü düşünüp yas tutanlar,
ağlayanlar; öte yanda ‘kurtulduk’ diye sevinenler, ülkeyi soyup kaçtığına inananlar…
Hatta bu araçla başka gezegene geçtiğini düşünenler bile vardı. Bu huzursuz
bekleyiş saatlerce sürdü; ama yıllar gibi geçen saatler gibi. Arama kurtarma
çalışmalarından bir sonuç elde edilemedi. Devlet yetkilileri de olaya doğru
dürüst bir açıklama getiremiyor, kimse ne olup bittiğini bilmiyordu.
Saatler sonra denizde aranan devlet
başkanı ve beraberindekiler denizden çok uzaktaki karada, başkentte, ortaya
çıkıverdiler. Bir kez daha şükürler ve küfürler edildi; insanın seveni ve
söveni arasındaki şu tuhaf denge… Devlet başkanı meraklı haberciler ve soru
yağmuru arasından çalışma odasına doğru yürürken sadece şunu söyledi: “Merak
etmeyin hiçbir atı, hiçbir kuşu ve de hiçbir balığı öldürmedik.”
Bu olay gezegenin gündemine gerçekten de
bomba gibi düşmüş, ülkedeki teknik gelişmelerin ve refah seviyesinin göstergesi
olarak diğer ülkeleri kıskandırmıştı. Ülkede hâlihazırda projeler
geliştirilmeye devam ediliyordu. Özellikle güneş ve rüzgâr enerjisinden
yararlanılarak oluşturulan tesisler ülkenin enerji ihtiyacını karşılamakla
kalmıyor dışa bağımlılığı da azaltıyordu. Bunun yanında teknolojik aletlerin
insan ömrünü sömüren yapısı büyük oranda değiştirilmiş ve hayatı kolaylaştıran
işlevleri dışındaki işlemlere yer vermeyen teknolojik araçlar üretilmeye
başlanmıştı. Ayrıca insanlar kitap yazmaya ve üretmeye yönelince kitap
sayılarında ciddi bir artış meydana gelmişti bunun için de yine proje üretim
komisyonlarına gelen bir teklif uygulamaya konulmuş ve kitapların kalitesini
artırmak amacıyla kitap komisyonları kurulmuştu. Bu yolla insanların eser
üretmesini engellemek değil faydalı ve değerli bilgiler içeren kitapların öne
çıkarılması amaçlanıyordu. Öyle ya iyi kötü ayırt etmeksizin başladığı her
kitabı bitirmeden bırakmayanlar ancak başladığı her kitabı yarım bırakanlar
kadar iyi bir okuyucu olabilirdi. Bunun için her fikir değerli bulunuyor, imkânlar
elverdikçe uygulamaya koyuluyor ve işe yaramadığı anlaşılan projeler
uygulamadan kaldırılıyordu.
Ülkede tüm bunlar olup biterken ve zaman
o amansız ilerleyişini sürdürürken devlet başkanı kimseye sezdirmeden çalışma
odasındaki eşyalarını toplamaya başlamıştı yani birkaç parça kitap, birkaç
dosya o kadar. Bu sırada kapı çalındı. Genç adam kapıda göründü ve izin
isteyerek içeri girdi. Yapabileceği bir iş olup olmadığını sordu. Devlet
başkanı elindeki kitaplardan birini okuyormuş gibi yaparak “Hayır.” diye
yanıtladı. Genç adam saygıyla başını eğip kapıdan çıkmaya hazırlanırken beynini
kemiren düşüncelere karşı koyamayıp geri döndü: “Merakımı mazur görün ama
eşyalarınızı niçin topluyorsunuz?” diye sordu. Devlet başkanı şaşkınlığını
gizlemeye çalışarak bir yalan düşünmeye başladı ancak sonra vazgeçti. ‘Bu
konuda konuşmak istemiyorum’ diyecek oldu sonra ondan da vazgeçti. Eliyle
karşısındaki sandalyelerden birini göstererek genç adama oturmaya davet etti.
Genç adam düşünceli bir tavırla sandalyeye oturduktan sonra meraklı gözlerle
devlet başkanının dudakları arasından çıkacak sözleri tahmin etmeye çalıştı ama
bir sonuca varamadı. Devlet başkanı, söze başlayacağı sırada o sırada bahçede
dolaşmakta olan muhabbet kuşu açık camın önüne konup ‘ıhım ıhım’ yaparak boğaz
temizleme zamanını hatırlattı ve gerisin gerisi bahçeye doğru kanat çırptı.
Devlet başkanı sanki bu anı bekliyormuşçasına boğazını temizledikten sonra:
“Vakit doldu, görevi bırakmaya hazırlanıyorum.” dedi. Genç adam devlet
başkanının bu sözlerine anlam verememişti çünkü görev süresinin dolmasına bir
yıldan uzun bir süre vardı hatta gelecek seçimlerde aday olması için de hiçbir
engel yoktu zira halkın büyük bir kısmı gibi o da devlet başkanının yaşadığı
müddetçe başkanlık görevini sürdüreceğini düşüyordu. Devlet başkanı genç adamın
zihnini okurcasına: “Görev süremin dolmadığını biliyorum ama şunu biliyorum ki
hiçbir şey sonsuza dek sürmez. Birilerinin bana kalk demesini beklemeden oturduğum
bu koltuktan kalkmam gerektiğini düşünüyorum.” Genç adam şaşkınlıkla kekeledi:
“Ni-ni-niçin ve neden şimdi?” Devlet başkanı tebessüm ederek tane tane
konuşmaya başladı: “Halkımızın yeni düzenlemeleri sahiplendiğini görüyorum. Herkes
canla başla daha iyi bir ülke için çalışıyor bense burada bu koltukta bu fikrin
babası olarak otuyorum. Oysa hayır, bu fikirlerin neredeyse hiçbiri bana ait
değil ben sadece bunları bir araya getirerek uygulamaya koyulmasına ön ayak
olmaya çalıştım hepsi bu. İnsanların zihindeki bu algıyı kırmak, her ne
yaptıysak bunu hep birlikte yaptığımızı göstermek istiyorum. Çünkü ben bu
görevi bıraktıktan sonra tüm bu yapılanların benimle özdeşleştirilmesinden ve
bunların tek tek ortadan kaldırılmasından korkuyorum. Bunun için de bu görevde olmaksızın bu
işleyişin takipçisi olacak ve halkımız için elimden ne geliyorsa yapmaya
çalışacağım.” Genç adam tek kelime dahi edemedi, devlet başkanının ses tonu
daha önce hiç olmadığı kadar kararlı geliyordu kulağına. Bir süre sessizce
birbirlerine ve odaya göz gezdirdiler bir ara muhabbet kuşu yine açık camın
önüne konarak kendini hatırlattı. Devlet başkanı boğazını temizleyerek masadaki
kitaplardan birini karıştırmaya başladı ve ceketinin cebinden yanından hiç
ayırmadığı kalemini alıp birkaç cümlenin altını çizdi. Bu sırada aklına bir şey
gelmişçesine tekrar elini ceketinin cebine götürerek yıllar önce devlet
başkanının konuşma yaptığı sırada genç adamın ona uzatmış olduğu mendili
ceketinin cebinden çıkardı ve genç adama uzattı. Genç adamın bir anda yüzü
aydınlandı istemsizce yüz kasları gevşedi ve gülümsedi. Devlet başkanı,
“Aklayıp paklayıp ceketimin cebinde saklamışım bunca zaman, artık emanet
sahibine…” dedi gülerek. Genç adam elini mavimsi gül işlemesi üzerinde hasretle
dolaştırırken: “Ne gerek vardı, pek önemli bir şey sayılmazdı.” dedi. Devlet
başkanı genç adamın yüzündeki aydınlanmayı ve yüreğindeki mutluluğu gözünden
kaçırmamıştı, “Olsun,” dedi “hem bizim için hiçbir şey ifade etmeyen bir şeyin,
başkaları için neler ifade ettiğini bilemeyiz öyle değil mi?” diye cümlesini
tamamlarken sonuna nokta niyetine bir göz kırpması kondurmayı da ihmal etmedi.
Bu sırada kapı çalındı. Devlet
başkanının uzun yıllardır birlikte çalıştığı hem en yakın arkadaşı hem de çalışma
arkadaşı olan başkan yardımcısı odaya girdi. Devlet başkanına nazaran biraz
daha uzun boylu, heybetli, asker kökenli bir yöneticiydi ki sert mizacını da
buna borçluydu. Genç adam saygıyla ayağa kalkarken başkan yardımcısı yanına
yaklaştı eliyle omzuna bastırarak oturmasını sağladı ve sesine pek yakışmayan
bir şakacılıkla: “Biz başkan ülkeyi yönetiyor sanıyoruz o burada oturmuş sohbet
ediyor.” dedi. Hep birlikte gülüştüler. Devlet başkanı yardımcısına da oturması
için bir sandalye işaret etti ama o bu rahatsız sandalyelere oturmayı pek
sevmediği için bu daveti reddetti. “Yarınki programı konuşmak için uğramıştım.”
dedi. Devlet başkanı yüzünü sıkıntıyla buruşturdu. Genç adam yardımcı olmak
için ayağa kalkacakken hem devlet başkanının onu durdurması hem de hâlâ omzunda
duran başkan yardımcısının eli nedeniyle bu çabası oturduğu yerde kıpırdamaktan
ileriye gidemedi.
Devlet başkanı program dosyasının
bulunduğu odanın diğer ucundaki rafa doğru hareket etmek için arkasını
döndüğünde başkan yardımcısı ceketinin cebindeki iğneyi çıkararak inanılmaz bir
çabuklukla genç adamın boynuna sapladı ve içindeki ilacı damarlarına boşalttı.
Devlet başkanı hala arkası dönük bir halde eline aldığı dosyaya göz atarken
başkan yardımcısı aynı çabuklukla belindeki ucuna susturucu takılmış tabancıyı
çıkarıp devlet başkanının sırtına bir kurşun gönderdi. Devlet başkanı acıdan
çok şaşkınlıkla yüzünü yardımcısına ve genç adama doğru dönerken elindeki
dosyayla birlikte kendini yere bıraktı. Sağ şakağını yere çarparken şimdi
kurşununu yediği yardımcısının askerdeyken hayatını kurtardığı anı sanki
yeniden yaşar gibi oldu. Bir akşam vakti bulundukları karakola baskın
düzenlenmişti, eline silahı alan üstüne yağan kurşunlara karşılık vermek için
tetiğe abanıyordu. İki arkadaş mevzide yan yanaydılar. Hayatta kalmak için
ellerindeki silahlardan çok birbirlerine sığınıyorlardı. Nöbete, izine, göreve,
operasyona kısacası biri nerdeyse diğeri oraya, gerekirse ölüme bile birlikte
gitmeye and içmişlerdi. İşte birlikte ölüme gittiklerine en çok inandıkları bir
andı bu. Nerden geldiği bile belli olmayan kurşun dağla taşla bazen de silah
arkadaşlarıyla buluşuyordu. Devlet başkanı şimdi sırtından yayılan kan
kokusundan mıdır bilinmez çarpışma anında duyduğu kan kokusunu alıyordu.
Arkadaşının öfkeden köpürmüş bir şekilde siperden kalkıp dağa bayıra ateş
açtığını ve onu sipere çekmek için ayağa kalktığı anda sağ şakağını sıyıran
kurşunun derisini yaktığı anı hatırladı. Acıyla öksürdü ve ağzından bir miktar
kan boşaldı. En içten gülümsemesi yüzüne yayılırken az evvel eline aldığı
kitapta altını çizdiği cümleyi hatırladı: ‘Hadi eldeki tüm silahları yok ettin
diyelim, ya zihindeki silahlar?’ Bakışlarını ağır ağır arkadaşının yüzüne
çevirdi bu sırada bir su damlası sağ gözünden bir parıltı olarak süzülüp zemine
düştü. Zorlukla şu cümleyi kurabildi: “Ben öyle bir kurşunla ölür müydüm
sanıyorsun?” durdu, yutkunmaya çalıştı fakat beceremeyerek devam etti “tetiği
çeken sen olmasan.” O sırada başkan yardımcısı silahı ceketiyle temizlemeye
çalışırken genç adamın elindeki mendili fark etti, mendili kapıp özenle silahın
kabzasını temizledi ve yine aynı titizlikle silahı genç adamın avucunun içine
yerleştirdi. Dışarıya ipucu vermeyen bir yüz ifadesiyle devlet başkanının
bedenine bir kurşun daha göndermeye hazırlanıyordu ki mavimsi tüyleri güneşle
parıldayan muhabbet kuşu açık pencereye boğaz temizleme vaktinin geldiğini
hatırlatmak için uğramıştı. Odaya şöyle bir göz atıp ‘ıhım ıhım’ diye ses
çıkarmıştı. Başkan yardımcısı kulağına yabancı gelen bu sesten irkilerek genç
adamın elindeki tabancayı bir kez daha ateşleyiverdi. Devlet başkanı bu defa göğsüne saplanan ikinci
kurşunun acısı ve boğazını temizleme ihtiyacı arasında bir yol tutarak ‘Ihhı
ıhh’ diye bir ses çıkarak göğsündeki son nefesi doğaya geri vermişti. Eş
zamanlı olarak camın önüne konmuş olan muhabbet kuşu silah sesiyle irkilerek
havalandı ve bir süre bahçede kanat çırptı. Daha sonra dura dinlene şehirde
birkaç tur attı. En sonunda şehrin uç noktalarında bir yerde bir evin bahçe duvarına
kondu. O buralara gelene kadar devlet başkanının öldürüldüğü haberi ülkede
çoktan yayılmıştı. İnsanlar bu acı ölüm haberiyle üzülmüş, bir kez daha ‘şimdi
ne olacak?’ korkusunu yüreklerinde duyumsamaya başlamıştı. Elbette yine
üzülenler, sevinenler bir de çekimser kalanlar vardı; hayat tuhaf! Muhabbet
kuşunun konduğu duvarın az ötesinde kaldırımda onlu yaşlarının başlarında
gösteren sarı saçlı, gözü yaşlı ufakça bir çocuk oturuyordu. Elindeki tahta
çubukla yere bir şeyler çiziktiriyor, kendi kendine bir şeyler mırıldanıyordu.
Az sonra ayağa fırladı karşı kaldırımdaki yıkık evin duvarında devlet
başkanının bir sözü yer alıyordu. Artık ezberlemiş olduğu için içinden hızlıca
okuyuverdi: “Yerin altını mezar üstünü pazar olarak görmenin kimseye faydası
yok. Mezarcılar ve pazarcılar hariç.” Eğildi, duvarın dibindeki kömürlerden
birini eline geçirdi, doğrulup bir eliyle duvara yaslandı diğer elindeki kömürü
var gücüyle bastırarak ‘hariç’ kelimesini çizdi ve yerine ‘DAHİL!’ yazdı.
Elindeki kömür parçasını öfkeyle duvarın dibine fırlatıp burnunu çekerek eve
doğru yürümeye başladı. Bu sırada muhabbet kuşu konduğu duvardan havalandı ve
artık iyice batmakta olan güneşe doğru kanat çırptı.
Yunus
Emre KARADAĞ
Mayıs 2018 – İzmir