Mürekkep,
rengini gecenin karanlığından alır; ama günün ışığıdır şairlerin yazdığı. Tam
burada “Bir şiirin gölgesinde büyüyen gül bahçesine bahçıvan olmaya talibim!” diyerek
ileri atılırdım, biraz şiirden anlasam. O vakit dünyayı şen gönüllerle
çocuklara bırakan şairlerin ceplerindeki tohum tanelerini toprağa düştükleri
yerden belki anlardım. Belki o an karmaşık cümleler kurmaktan vazgeçer; sade ve
anlaşılır cümlelerle derdimi dökerdim denizlere. Evet, öyle yapardım. Utanmasam
birbirine çarpa çarpa geçen insanların yakalarına yapışıp onlara şu soruyu
sorardım: “Kardeşim, söylesene, neden birileri bir avuç gökyüzü serpsin diye bekliyoruz
yüreğimize?” O vakit ağlardı gökyüzü. Biraz hâlimden anlasa.
Büyük
toplumsal yaralanmaların ardı sıra sıkça duyduğum bir şey var: Başkasının
yardımına koşan insanların yaşadığı olumsuzlukların üstesinden gelmede daha
başarılı olduğu. Depremzedelere yardım eden bir başka depremzede, mültecilere
yardım eden bir başka mülteci, esirlere yardım eden bir başka esir, bir
başkasının yarasını saran bir yaralı… Kim bilir, iyilik etmekle iyileşmek
arasındaki o kutsal köprüde kaç hikâye yaşandı, kaç kitap yazıldı ve onlar
üzerine kaç film çekildi? Birine yardım etmekle yaşama anlam katmak ve başka
birine yardım etmekle aslında kendine yardım etmek arasında güneş ile sıcaklık
arasındaki bağa benzer bir bağ varmış gibi gelir hep bana. Tek başına güneşin
varlığı dünyayı aydınlatmaya yetebilir ancak ısıtmaya yetmez, dünyamızın
ısınması için kara bulutların dağılmasına da ihtiyaç var. İşte bu sıcaklık; mesela
mahzun bir çocuğun saçını okşayınca, yardıma ihtiyacı olan birine el uzatınca, birinin
sırtındaki yüke omuz verince, bir başkasının gözündeki acıya ya da dilindeki
sızıya kulak kesilince ortaya çıkar. O sıcaklık, sen aynaya bakınca değil ayna
sana bakınca ya da okuduğun kitaptan bir anda gözlerini çevirip kendini okumaya
çabaladığında ortaya çıkar. Ne var ki üşüyoruz.
Her gece yastığa başını koyduğunda ölümün
kıyısında gezinen insanın gözünü yeni bir sabaha açtığında ölümsüzlük
yanılgısına düşmesi ne acı! Halbuki ikinci bir fırsat var mı yeniden yaşamaya?
Düne dair değiştirebileceğimiz ne var elimizde, kelimelerden başka? Kelimeler
dediysem tüm o resmi yeni bir çerçeveye yerleştirmekten ötesi değil. Ama insanız, çabuk unutuyoruz, kendimizden uzaklaşma
konusunda en hızlı arabalarla yarışırız. Kendimize dönmek içinse sahici
sebepler araştırırız. Üstelik öyle her sarsıntıda yetmez bizi kendimize
getirmeye. İnsanız ya, sonu yok
sanıyoruz, alışığız yani ölümün kıyısından dönen yaşamlara. Lakin kendinden uzağa
düşmüş yaşamın kıyısından dönen yaşamlara bile şaşırmıyoruz.
Şarkı
bitiyor, şair ölüyor, perde kapanıyor. Geriye kimsesiz bir hüzün kalıyor. Çiçekten
esirgenen suyun, gözyaşından kaçırılan mendilin, düşene uzatılmayan elin, kendi
gerçeğine yabancı bir dilin, kendi rengine küsmüş bir gülün hüznü… Tam kalkıp
gitmeye yelteniyorum ki ardıma dönüp baktığımda bir de ne göreyim, şairin
şarkısı düşüyor perdeme. İşte budur diyorum, bittiği yerden başlayan hayat,
işte bu. Böylece kuşların gökyüzünde bıraktığı izlere ve ehlinin dillerde
bıraktığı sözlere tutunarak hayatta kalmayı başarabiliyoruz belki de. Ehli dil
demişken okuduğum bir kitaptan hatırımda kalan Hacı Bektaş-ı Veli’ye ait “Hararet
nardadır, sacda değildir / Keramet baştadır, tacda değildir / Her ne arar isen
kendinde ara / Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.” mısraları ne zaman aklıma
düşse tepeden tırnağa ürperiyorum.
Sakasını arayan bir suyun
susuzluğuyla akıp giderken hayat, bir yudum su da biz nasiplenelim niyetiyle
düşerken yola, kendi kendime şöyle mırıldanıyorum: Kendine bir iyilik yap,
kendine ‘iyi’ bak! Göreceksin; sen iyiliğin yolcusu olduğunda yol da seninle
güzelleşir, yolculuk da. Uğurlar ola!