26 Haziran 2021 Cumartesi

Kendine İyi Bak

 


Mürekkep, rengini gecenin karanlığından alır; ama günün ışığıdır şairlerin yazdığı. Tam burada “Bir şiirin gölgesinde büyüyen gül bahçesine bahçıvan olmaya talibim!” diyerek ileri atılırdım, biraz şiirden anlasam. O vakit dünyayı şen gönüllerle çocuklara bırakan şairlerin ceplerindeki tohum tanelerini toprağa düştükleri yerden belki anlardım. Belki o an karmaşık cümleler kurmaktan vazgeçer; sade ve anlaşılır cümlelerle derdimi dökerdim denizlere. Evet, öyle yapardım. Utanmasam birbirine çarpa çarpa geçen insanların yakalarına yapışıp onlara şu soruyu sorardım: “Kardeşim, söylesene, neden birileri bir avuç gökyüzü serpsin diye bekliyoruz yüreğimize?” O vakit ağlardı gökyüzü. Biraz hâlimden anlasa.

Büyük toplumsal yaralanmaların ardı sıra sıkça duyduğum bir şey var: Başkasının yardımına koşan insanların yaşadığı olumsuzlukların üstesinden gelmede daha başarılı olduğu. Depremzedelere yardım eden bir başka depremzede, mültecilere yardım eden bir başka mülteci, esirlere yardım eden bir başka esir, bir başkasının yarasını saran bir yaralı… Kim bilir, iyilik etmekle iyileşmek arasındaki o kutsal köprüde kaç hikâye yaşandı, kaç kitap yazıldı ve onlar üzerine kaç film çekildi? Birine yardım etmekle yaşama anlam katmak ve başka birine yardım etmekle aslında kendine yardım etmek arasında güneş ile sıcaklık arasındaki bağa benzer bir bağ varmış gibi gelir hep bana. Tek başına güneşin varlığı dünyayı aydınlatmaya yetebilir ancak ısıtmaya yetmez, dünyamızın ısınması için kara bulutların dağılmasına da ihtiyaç var. İşte bu sıcaklık; mesela mahzun bir çocuğun saçını okşayınca, yardıma ihtiyacı olan birine el uzatınca, birinin sırtındaki yüke omuz verince, bir başkasının gözündeki acıya ya da dilindeki sızıya kulak kesilince ortaya çıkar. O sıcaklık, sen aynaya bakınca değil ayna sana bakınca ya da okuduğun kitaptan bir anda gözlerini çevirip kendini okumaya çabaladığında ortaya çıkar. Ne var ki üşüyoruz.

 Her gece yastığa başını koyduğunda ölümün kıyısında gezinen insanın gözünü yeni bir sabaha açtığında ölümsüzlük yanılgısına düşmesi ne acı! Halbuki ikinci bir fırsat var mı yeniden yaşamaya? Düne dair değiştirebileceğimiz ne var elimizde, kelimelerden başka? Kelimeler dediysem tüm o resmi yeni bir çerçeveye yerleştirmekten ötesi değil.  Ama insanız, çabuk unutuyoruz, kendimizden uzaklaşma konusunda en hızlı arabalarla yarışırız. Kendimize dönmek içinse sahici sebepler araştırırız. Üstelik öyle her sarsıntıda yetmez bizi kendimize getirmeye.  İnsanız ya, sonu yok sanıyoruz, alışığız yani ölümün kıyısından dönen yaşamlara. Lakin kendinden uzağa düşmüş yaşamın kıyısından dönen yaşamlara bile şaşırmıyoruz.

Şarkı bitiyor, şair ölüyor, perde kapanıyor. Geriye kimsesiz bir hüzün kalıyor. Çiçekten esirgenen suyun, gözyaşından kaçırılan mendilin, düşene uzatılmayan elin, kendi gerçeğine yabancı bir dilin, kendi rengine küsmüş bir gülün hüznü… Tam kalkıp gitmeye yelteniyorum ki ardıma dönüp baktığımda bir de ne göreyim, şairin şarkısı düşüyor perdeme. İşte budur diyorum, bittiği yerden başlayan hayat, işte bu. Böylece kuşların gökyüzünde bıraktığı izlere ve ehlinin dillerde bıraktığı sözlere tutunarak hayatta kalmayı başarabiliyoruz belki de. Ehli dil demişken okuduğum bir kitaptan hatırımda kalan Hacı Bektaş-ı Veli’ye ait “Hararet nardadır, sacda değildir / Keramet baştadır, tacda değildir / Her ne arar isen kendinde ara / Kudüs’te, Mekke’de, Hac’da değildir.” mısraları ne zaman aklıma düşse tepeden tırnağa ürperiyorum.

            Sakasını arayan bir suyun susuzluğuyla akıp giderken hayat, bir yudum su da biz nasiplenelim niyetiyle düşerken yola, kendi kendime şöyle mırıldanıyorum: Kendine bir iyilik yap, kendine ‘iyi’ bak! Göreceksin; sen iyiliğin yolcusu olduğunda yol da seninle güzelleşir, yolculuk da. Uğurlar ola!