16 Ocak 2020 Perşembe

Kül


Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak…”
Mehmet Âkif Ersoy
            Uyumak istedim, sadece uyumak ve alev topu kesilen gözlerimi uykunun serin sularına usulca daldırarak sadece yaşıyor olmanın gereklerinden birini yerine getirmek… Ama beceremedim. Şehirlerarası otobüsten inip köy minibüsüne aktarma yaptıktan sonra başımdaki ağrının neyin çağrısı olduğunu sorgularken içim geçmiş. Minibüs bozuk köy yollarında ilerlerken uykusuzluktan yorgun düşen başım her çukurda camdan geri sekiyor ve sonra tekrar cama yapışıyordu. Gözlerimde kan nehirleri dolaşsa da yarı açık gözkapaklarımın arasından çocukluğumun geçtiği topraklara bakıyordum. Bir yandan geçmişi hatırlamak dudaklarıma buruk bir tebessüm olarak yansıyor öte yandan geçmişe duyduğum yabancılık hissi burnumun direğini sızlatıyordu. Köye yaklaştıkça heyecanım artıyor, avuç içlerimdeki tomurcukları dizlerime silmek zorunda kalıyordum.
            Dağlar üstlerindeki karları silkeleyip çoktan içlerindeki çiçeği böceği ortaya dökmüştü. Çağıldayan nehre, neşeyle hoplayıp zıplayan hayvanlara ve yemyeşil otlara bakınca kendimi yıkılmaz kaleler ardında güvende hissediyordum. Arabayı saran saman ve ahır kokusunun karışımı artık arabaya ilk bindiğim anda olduğu kadar rahatsız edici gelmiyordu. Böyle olur dedim kendi kendime. İnsan içinde yetiştiği kokuyu garipseyebilir ondan bir müddet uzak kalınca. Sonra etrafıma şöyle bir göz gezdirdim. Kimsenin değil kokudan rahatsız olmak bu kokuyu aldığından bile emin değildim. Minibüs köy meydanına varmak üzereyken karşısına çıkan koyunlar yüzünden sert bir frenle durmak zorunda kaldı. Ön koltuğa yapışıp kendi koltuklarımıza geri döndükten sonra bu ani duruşa homurdanarak birer ikişer ayaklandık. Kucağımdaki sırt çantamı sırtıma sallayıp minibüsün arkasındaki bavulumu aldım. Eve doğru birkaç adım attıktan sonra arabadaki kokuyu köyden de alınca istemsizce yüzümü buruşturdum. Uzun zaman şehirde kalıp da köye gelince köyün kötü koktuğunu söyleyenleri pek hoş karşılamadığımız geldi aklıma, utandım ve halime güldüm. Uzun zamandır hareketsiz oturmanın verdiği bacaklarımdaki karıncalanma hissi ve hafif seğirmelerle eve doğru yürümeye başladım.
            Meydandaki çeşme sanki az sonra sular kesilecekmiş gibi akıyor civardaki üç beş çocuk ceplerindeki misketleri şakırdatarak bisiklet yarışı yapıyorlardı. Hayvanları sulamaya getiren Neşe teyzeyle karşılaştık, okul ve İstanbul üzerine sohbet ettik. Neşe teyze evdekilere selam ve gözaydınlığı gönderdi. Yol boyunca Yakup amca, Cemal amca ve Rasim dede ile de benzer konuşmalar geçti aramızda. Yürümeye devam ederken köyde herkese dayı, amca, teyze ya da hala diye hitap ettiğimizi düşündüm. Şehirdeki hanım ve beylerden uzak daha yakın ve samimi olduğumuzu hissettim. Köyün adını taşıyan bir ailenin üyesiydik sanki hepimiz ve her birimiz buranın taşı, toprağı, suyu, çimeni gibi buraya aittik. Şehirlerdeki ne köylü kalabilmiş ne de şehirli olabilmiş kendini bir yere ait hissedemeyen insanlar gibi değildik. Kimse buranın taşı toprağı altın diye buraya gelmemişti. Aksine çoğu buranın taşından toprağından hayır gelmeyecek diye yükünü toplayıp bir hayır görmek umuduyla şehirlere göçüp gitmişti. Kimisi aradığını bulmuş, kimisi bulduğuna razı olmuş, kimisi gerisin geri köyünün yolunu tutmuştu. Peki, kalanlar niye kalmıştı? Güneşi en önce karşılayan ama güneşin pek ısıtmadığı, kışın çetin, geçimin güç olduğu bu toprakları niye beklemişti? Gidecek yerleri ya da güçleri olmadığı için mi, gidecekleri yerlerde tutunamamaktan korktukları için mi, iyi ya da kötü var olan düzenleri bozulmasın diye mi? Niye? Şüphesiz herkesin kendince geçerli bir sebebi vardı, nasıl ki giden bir sebebini bulup gittiyse kalan da bir sebebe tutunup kalmıştı işte.
            Köşeyi döndüm, köy ekmeğinin kokusu doldu ciğerlerime. Özlemişim, hem de nasıl. Bahçedeki yeşilin canlılığını, etrafta böcek kovalayan tavukları, serinlikte dinlenen kazları, yuvasındaki Duman’ı görünce gayriihtiyarî gülümsediğimi fark ettim. Kolu çevirsem açılacağını bildiğim kapıyı sanki yabancı biriymiş gibi yumruklayarak çaldım ve açılmasını bekledim. O sırada salonun perdesinin kıpırdadığını ve içeriden birinin hızlıca kapıya koşarken şaşkınlıkla “Anne, Emre gelmiş!”diye bağırdığını işitmiştim ki saniyeler içinde kapı açıldı. Küçük ablam Sultan eşiği aşıp boynuma atıldı. Elimdeki çantaları yere bırakıp ben de ona sarıldım. Az sonra “Gelmeme o kadar üzüldün ki beni soluksuz bırakıp öldürmek istiyorsun.” diye takılınca kollarını boynumdan çözüverdi. Biraz geriye çekilince gözlerinin buğulandığını gördüm, o sırada benim de gözlerim dolmuştu. Çantalarımı içeriye almama yardım ederken soru yağmuruna çoktan başlamıştı ki birden aklına annemlerin fırın damında olduklarını söylemek geldi. “Gidip haber vereyim.” deyince onu durdurdum ve sürpriz yapmak istediğimi söyledim. Ablamın az evvel geldiğimi sadece anneme değil tüm köye duyurmak istercesine bağırdığını göz önüne alarak annemlerin onu duymamış olmaları için dua ettim. Neyse ki bizimkilerin fırın damı adını verdiği yer o an içinde bulunduğum yeni yapının yanında bulunan eski taş evde yer alan bir iç odaydı.
Evden çıkıp eski taş eve doğru geçtim ve aradaki birkaç avluyu sessizce aştıktan sonra yarı açık duran kapıyı iteleyip “Fatma ana hele ordan bize bi’ haçapur ver de aç karnımızı doyuralım.” dedim. Annemin fırın ateşinden kızarmış, undan aydınlanmış yüzü biraz daha kızardı ve biraz daha aydınlandı sanki. Elindeki fırın küreğini önündeki sofraya bırakıp kollarını açarak ayağa kalktı. “Sonunda evin yolunu hatırlayabildin be hayırsız!” demeyi de ihmal etmedi. Ben de kucaklaşmak için sırada bekleyen büyük ablam Çiğdem’e yönelirken “Babamın tayyaresi var da benden mi esirgiyorsunuz anacağım, anca gelebildik işte.”  diye karşılık verdim. Yoldan, yolculuktan, okuldan sorular art arda gelirken Çiğdem ablam haçapur siparişimi çoktan hazırlamaya başlamış ve fırına vermesi için anneme paslamıştı. Tulum peyniri, tereyağı ve köy ekmeğinin buluştuğu bu yiyecek önüme geldiğinde afiyetle yedim. Babamı ve dedemi sorup biraz sohbet ettikten sonra yorgun olduğumu, Cuma vaktine kadar uyumak istediğimi söyleyip beni salâ okunurken uyandırmalarını rica ederek uyumak için müsaade istedim ve fırın damından ayrılıp eve geçtim. Ben yüklükten yün döşekle yün yorganı alırken Sultan ablam da kaz tüyü yastık getirdi. Yastığa başımı koyduğumda çocukluğumun kokusunu ve evde olmanın huzurunu duyduğumu hatırlıyorum sonrası sanki beyaz bulutlar üstünde salınan bir uçurtma…
            Birkaç saat sonra omzumdaki hafif sarsıntı bulutlar üzerindeki yolculuğumu sonlandırmaya yetti. Sultan ablam Cuma vaktinin yaklaştığını biraz daha uyursam yetişemediğimi söyleyince yataktan fırladım. Köylerde sular henüz yeni yeni evlere bağlanıyordu. Eskiden çeşmelerden, derelerden kovalarla omuzlarda ya da at arabalarında taşınan suyun yerini şimdilerde musluklardan akan su almaya başlamış ve insanları büyük bir zahmetten kurtarmıştı. Daha önce köyde güğümlerle ve maşrapalarla kullandığımız suyun musluktan aktığını görmek içimi bir hoş etmişti. Besleme çekip abdestimi aldım ve temiz kıyafetler giydikten sonra caminin yolunu tuttum. Tabi camiye varıncaya dek köye yeni geldiğimi gören insanların sevgi ve muhabbetine aynı zamanda köyün okuyan nadir gençlerinden olduğum için duydukları saygıya mazhar olmak gururumu okşamadı desem yalan olacak.
Camiye vardığımda dedemin her zaman oturduğu sandalyenin yer aldığı ağaç sütunun yanına yöneldim ve selam verip dedemin dizinin dibine oturdum. Beni fark edince kalkıp eline sarılmak istedim ama aynı eliyle omzuma bastırarak beni durdurdu ve “Ve aleyküm selam sefa geldin, namazdan sonra inşallah.” diye fısıldadı. Hasret gidermeyi namazdan sonraya erteleyerek cumayı eda ettik. Namaz bittiğinde kalkıp dedemin elini öptüm, sarıldık. Cemaatin namazın kabulü için tokalaşma faslına eşlik ettik. Yine bu sırada dedeme göz aydınlığı verenlere ve benimle ayaküstü sohbet edenlere karşılık verdik. Ardından ağır adımlarla eve doğru yürüdük. Dedem yol boyunca İstanbul’daki akrabaları soruyordu. Tanıdığım tanımadığım bir sürü isim ve bir o kadar da lakap -malum yiğit namıyla anılır derler- duydum. Herkesin hallerini hatırlarını sordu. Ben de bana iletilen selam ve duaların hatırladığım kadarını aktarma gayreti gösteriyordum. Dedemin bastonuyla eş zamanlı olarak attığımız adımları izlemekten geri kalan vakitte de bahçelerdeki ağaçlıklara göz atıyor, kuşların şarkılarına kulak kabartıyordum. Böyle böyle eve vardığımızda bizi karşılayan kurulu sofrada öğle yemeğimizi yedik. Annem ve ablamlar evin işleriyle meşgul olurlarken ben de dedemin bahçedeki uğraşlarına yardım etmeyi kendime vazife belledim. Dedemin zaten bir bastonu vardı ama ben birkaç aylığına ikinci bastonu olayım istedim.
Dışarıya çıktığımızda dedem bana kazma küreğin yerini tarif ettikten sonra eski evin iç avlusunda birkaç dakikalığına kayıplara karıştı. Elimde kazma ve kürekle bahçeye çıkıp ağaçlığın etrafında gezinirken kucağında birer bebek gibi hassasiyetle taşıdığı birkaç çam fidanıyla çıkageldi. Fidanları böyle taşıyışından ziyade elinde bastonunun olmayışı dikkatimi çekti, şaşırdım. Onu bastonsuz hayal edemediğimi hatta bastonunu sanki bir organ gibi vücudunun ayrılmaz bir parçası olarak gördüğümü fark edince ürperdim. Zira üç beş yıl öncesine kadar elinde görmediğim bu ağaç parçasına gözlerim o kadar alışmıştı ki içim cız etti. Dedemin gençliğinde ne kadar iyi bir at binicisi olduğunu, değil bütün köy bütün şehir bilir hatta yeri gelince söz meclislerinde bir destan gibi anlatılırdı. Yaşı o vakitlere erişenler başlarını onaylayarak sallar, ilk defa dinleyenler ise -ki bir zamanlar ben de onlardan biriydim- hikâye bittikten sonra bile bir müddet açık kalan ağızlarını kapatamazlardı. At binmesi kadar yetiştirdiği atlarının hızları ve güzellikleriyle de tanınan bu ihtiyar adamın eski günlerine dair duyduğum en güzel söz ise oğlundan, yani babamdandı. Onun deyimiyle, “Deden atına bindi mi herkes attan inerdi.” Şimdi bir adımını öteki adımından daha ileriye atamayan bir adamın bir zamanlar böylesine harika bir at binicisi olduğuna, hatta ileri yaşlarına değin ata üzengisiz tek sıçrayışta bindiğine kim inanırdı ki? Bu soruya dedem kadar yaşayanlar inanırdı dedim önce ama sonra asıl onun kadar yaşayanların bu duruma inanmakta en çok zorluk çekenler olduğuna hükmettim kendimce. Hem sönmezden evvel bir mumu nasıl inandırabilirsin ki tükendiğine, hadi yaptın diyelim, asıl o zaman söndürmüş olmaz mısın kendi elinle?
Bir yandan elindeki fidanları bir ağaç dibine bırakırken öte yandan göz ucuyla beni izleyen dedemin “Adı ne?” sorusuyla daldığım düşüncelerden sıyrılıverdim ve anlam veremediğim bu soru karşısında biraz da kekeleyerek “Ne-neyin adı?” diye sordum. “Bu kadar kısa sürede o kadar uzaklara gittiğine göre bir yavuklun olsa gerek.” karşılığını verdi. Yavuklun lafı geçince kıpkırmızı kesilen yüzümü ve gözümün önüne gelen her sabah okulun bahçesinde karşılaştığım boynundan hiç çıkarmadığı fuları gözleri kadar mavi olamayan kızı düşünmemeye çalıştım. Dilimin ucunda biriken ‘Ben adını biliyor muyum ki sana da söyleyeyim.’ lafını yutup “Yok dede onu da nerden çıkardın, bir anlığına dalmışım.” diyerek işin içinden sıyrılmaya çalıştım. Ardından hızlıca kazma küreğe sarılıp dedemin gösterdiği yerleri kazmaya koyuldum. Bir yandan toprak ve ağaçlarla ilgili neyi nasıl yapmak gerektiğine dair tecrübelerini dinliyor öte yandan körpe fidanları toprakla buluşturmadan önce yaptıklarını izliyordum.
Beş fidanı da toprakla buluşturduktan sonra fidanların diplerine ayaklarıyla iyice bastırdı ve bir kova su getirmemi istedi. Az sonra getirdiğim bir kova suyu beşi arasında pay ettikten sonra ellerindeki ve dizlerindeki toza bakıp gülümsedi. Bana dönerek “Şimdi, şu ihtiyar toprağa girecek yaşı çoktan geçmişken ne demeye toza toprağa bulanıyor demiyorsun değil mi a oğlum?” diyerek kendince aklımı okuduğunu düşündüğü bir soru sormuştu. Bense “Yok dedem estağfurullah, ellerin dert görmesin. Hiç öyle şey der miyim?” deyince; “Hay yaşa! Deme zaten. Dersen o gölgesinde oturduğun ağacı utandırmış olursun. Benim babam yani senin büyük deden neme lazım deseydi sırtını yasladığın ağaç şimdi orada olmazdı.” diyerek dikkatimi sırtımı yasladığım ağaca yönlendirdi. Başımı geriye doğru ittiğimde kocaman açtığı kollarıyla sanki tüm gökyüzünü kucaklamak isteyen kayın ağacına bakıp gülümsedim ve “Allah her ikinizden de razı olsun.” dedim. Bir müddet sessizce oturup ağaçları, kuşları ve tatlı tatlı esen rüzgarı dinledikten sonra yeleğinin cebinden köstekli saatini çıkarıp “Amma oyalanmışız haa, şimdi na şöyle bir ağaç da Derviş Çavuş olmuştur.” dedikten sonra kalkmak için benden destek bekledi, yardım ettim. Abdestlerimizi tazeledik ve müezzin efendinin eli kulağındayken caminin yolunu tuttuk.
İkindi namazını kıldıktan sonra Cuma vakti dolup taşan camiden şimdi yedi kişinin ayrıldığını görünce cebimden not defterimle kalemimi çıkarıp: Yalnız karlar eriyince çağıldayıp coşan derelerin ve yalnız Cuma vakitleri dolup taşan camilerin burukluğu var üzerimde cümlesini yazdıktan sonra Derviş Çavuşla dedem Seyfettin Çavuşun ardı sıra köy meydanına yürüdüm. Çavuş dediysem bu ‘lakap’ I. Dünya Savaşı sırasında Kafkas Cephesi’nde çocuk yaşlarına rağmen at koşturarak orduya yardım eden bu iki ihtiyara köy halkı tarafından verilen unvandı. O günlere dair yaşananları köy eşrafından defalarca duymuş olsak da henüz ilk ağızdan dinlemek nasip olmamıştı. Nicedir içimde yuvalanan bu hikâyeyi dinleme fikri için uygun bir zemin oluşması duasıyla Derviş Çavuş’un köy bakkaliyesine yürüdük. Meydandaki bakkala vardığımızda Derviş Çavuş cebindeki bez keseden anahtarını çıkarıp bakkalın kapısını açınca burnuma kilo usulü satılan açık bisküvi kokusu geldi, onlara fark ettirmeden derin bir nefes alıp gülümsedim. Bakkalın önündeki sundurmanın altında bir müddet oturduk. Bir fırsatını bulup savaş yıllarını anlattırmak istiyordum. Ama nafile. Her ikisi de pek konuşmuyordu, konuştuklarında ise ağızlarından çıkan cümlelerin sayısı biri ikiyi geçmiyordu. Dedem iki elini de dikine tuttuğu bastonunun üzerine koymuş ve çenesini de ellerinin üzerine yerleştirmiş köy meydanına bakıyor ve oturduğu yerde uyuklamaya başlayan Derviş Çavuş’u muhabbetlerine ortak etmeye çalışıyordu. Çok sürmeden dedem Derviş Çavuş’a göz ucuyla bakıp “Çavuş nedir bu halin? Kaç zamandır ayakta uyuyorsun.” deyince Derviş Çavuş’un olduğu yerde kıpırdanıp vücudunu dikleştirdiğini ve birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra gözlerinin nemlendiğini gördüm. Hafif bir iç çekişin ardından sanki benden utanırcasına dedeme doğru eğilerek şöyle fısıldadığını duydum: “Ne dersin Seyfo, Hatçe öleli beri uyku uyuduğumu hatırlamıyorum.” Bunu duyunca yüreğimde şimşekler çakıverdi sanki. Dedem çenesini bastonundan çekip arkadaşının gözlerine iyice bir baktı ve sağ elini bastonundan ayırıp Derviş Çavuş’un dizine birkaç kez belli belirsiz vurdu. Bense sevdiklerini toprakla kavuşturmuş ve sevdiklerine kavuşmak için gün sayan bu iki ihtiyarı baş başa bırakıp arkadaşları görmek bahanesiyle oradan ayrıldım.
Akşam eve vardığımda babam da işten dönmüş kadro tamamlanmıştı. Elini öptüm, kucaklaştık. Bana bakarken gözlerinin içi parıldıyordu, hoşuma gitti. İstanbul’dan, akrabalardan, havadan sudan konuştuk. İlerleyen saatlerde bana yöneltilen sorular yerini yavaş yavaş yakın zamanda yaylaya çıkılacağına, hayvanlardaki hastalıkların nasıl hal çaresine bakılacağına, yaklaşan hasat zamanı için yapılması gereken hazırlıklara yönelik konuşmalara bıraktı. Derken sahiden de birkaç hafta içinde dedem, ben ve Çiğdem ablam yaylaya çıktık; annem, babam ve Sultan ablamsa köyde kaldılar. Yaylanın gür yeşilliği ve güzel havası hayvanlardaki hastalıklara iyi geldiği gibi sütün, yağın ve peynirin de bereketini artırdı. İzleyen haftalarda ise hasat zamanının başlaması dolayısıyla köyle yayla arasında mekik dokumaya başladık. Çiğdem ablamla ben gündüz tarlada çalışıyor, akşam ise yaylaya gidip oradaki işlere el atıyorduk. Hasadı kaldırmamız bir ay kadar sürdü ve bu sırada köye gelgitlerimiz de azaldı. Yayladan inmek içinse havaların biraz daha soğumasını bekledik. Çalışırken zamanın nasıl geçtiğini anlamaya pek fırsat olmuyordu ama bu zamanlarda da içilen bir damla suyun, yenilen bir tabak yemeğin, yayla meydanında yakılan akşam ateşinin etrafında söylenen türkülerin, yapılan muhabbetlerin tadına doyum olmuyordu.  İki ay kadar süren bu dönem yeşilin sarıya, yazın güze, sıcağın soğuğa evrilmesi ve okulun başlayacak olması dolayısıyla yönümün İstanbul’a çevrilmesiyle nihayet bulmak üzereydi.
Havalar soğuyunca yayladan köye dönüşler de başladı. Birkaç gün sonra ise Ardahan’a gidip iki hafta sonrası için İstanbul’a dönüş biletimi kestirdim. İnsan çocukken büyümek hevesiyle bir an evvel zaman geçsin istiyor ama biraz büyüyünce işin rengi değişiyor. Köye geleli iki aydan fazla olmuştu oysa bu gören gözler için iki saniyeden fazlası değildi. İstanbul’a dönüş yolu daha şimdiden gözümde büyümeye başlamıştı. Bunu düşünmemeye çalışarak annemlerin istediği öteberiyi aldıktan sonra köye döndüm.   
Köye varınca Çiğdem ablam: “İstanbul’dan Yılmaz diye biri aradı seni, okuldan arkadaşınmış.” der demez telefona sarıldım ve Yılmaz’ı aradım.  Beklediğim haberin Almanya’dan geldiğini ve eğitim için Almanya’daki önemli bir üniversiteye kabul edildiğimi söyledi. Kısa bir şokun ardından sevinçten yerimde duramadığımı fark ettim. Yılmaz’la bir müddet daha konuştuktan sonra telefonu kapatıp bu haberi evdekilerle paylaşmanın yollarını düşünmeye başladım. Eğitimime yurtdışında devam etme fikrim oldukça yeni sayılırdı ve biraz da şansımı denemek amacıyla birkaç ülkeye başvuruda bulunmuştum dolayısıyla ailemin bu durumdan haberi yoktu. Akşam yemeğinin ardından çaylar içilirken konuyu açmaya karar verdim ve öyle de yaptım. Ancak bu haberi verdiğimde herkesin yüzüne bir gölge düştü. Sanki güneş bir anlığına bulutların arkasında kalmış sonra tekrar belirivermişti. Kısa bir suskunluğun ardından babam ve ablalarım zoraki bir gülüşle tebriklerini ilettiler. Dedemse elindeki tespihi çevirmeye bir müddet ara verdikten sonra hiçbir şey söylemeden tespihini tekrar eski ritmiyle çevirmeye devam etti. Durumu en soğuk karşılayansa annem oldu ve henüz bitmemiş çayını tazelemek için ayaklanıp mutfağa geçti. Şüphesiz bu soğuklukta kardeşlerinin çalışmak için gittikleri Almanya’dan pek sık gelmemeleri etkili olmuştu. Ancak durumu etraflıca ele alıp onları anladığımı, gurbetliğin benim için de zor olduğunu ancak alacağım eğitimin ve öğreneceğim yabancı dilin geleceğim için ne kadar önemli olduğunu anlattığımdaysa buzlar biraz da olsa çözülür gibi oldu. Yine de annemin gözyaşlarının dindiğini görmek pek mümkün olmadı ve bu durum ben köyden ayrılana kadar hatta eminim ki ayrıldıktan sonra bile devam etti.
İstanbul’a dönmeden iki gün önce çocukken yaptığım gibi evimizin aşağısındaki kayalıklara oturup Kura Nehri’ne bakarak geçmiş ve gelecek arasında düşünürken cebimden defterimle kalemimi çıkarıp şunları yazdım: Nehirde koşan bir damlanın hep çok uzaklara çekip gittiğine inanırdım. Oysa yolda o damlaya denk gelen güneşin onu buharlaştırıp gerisin geri aynı yere yağmur olarak dökmediği ne belli? Bir müddet orada öylece oturup gökte uçan kartallarla, akıp giden Kura ile ve geçip giden çocukluğumla hasret giderdikten sonra evin yolunu tuttum. Bahçeye vardığımda dedemin güneşin altında gözünden sakındığı atı Rüzgâr’ı yıkayıp kaşağıyla saçlarını tararken buldum. Yanına varıp ona yardım ettim. Bu sırada dedemin sol kolunun altında bir yanık izi olduğu gözüme çarptı. Rüzgâr’ı yıkayıp saçlarını taradıktan sonra bahçedeki ağaçların gölgesine geçip oturduk. Dedem saniyeleri sayar gibi tespihini ‘tak tak’ çevirirken ona kolundaki yanığı sordum. Sözlerim kulağına değer değmez gözlerinin kısıldığı dikkatimden kaçmadı ve sanki yarasını yoklarcasına gayriihtiyarî olarak sağ elini yara izine götürerek kolunu okşadı. Bense kendimi birden o uzun zamandır beklediğim hikâyeyi hiç beklemediğim bir anda dinlerken buldum.
  “Sene 1915, aylardan Ocaktı. 93 Harbi’nden beri Çarlık Rusya’nın işgali altında olan Elviye-i Selase’de, Sarıkamış Harekâtı’nın harladığı özgürlük ateşiyle hareketli günler yaşanıyordu. Senelerce Kura Nehri’nin bir kıyısında Türkler öte kıyısında Ermeniler kardeşçe yaşamış, yeri gelmiş ekmeğini bölmüş, yeri gelmiş acısını paylaşmış, yeri gelmiş kız alıp vermişken; günü gelmiş Rus’un, İngiliz’in, Fransız’ın galeyanına gelerek eskiden sevgiyle sarıldıkları insanların boğazlarına o günlerde nefretle sarılır olmuştu. Köydeki bu evlerde babamla amcam, iki kardeş, birlikte yaşıyorlardı. Amcamın benden birkaç ay büyük bir oğlu vardı, adı: İsmet. İsmet’le ben bu bahçede koşar oynardık. Hayvanları güder, bir parça ekmeği pay edip yerdik. Kardeş çocukları gibi değil kardeş gibiydik anlayacağın. Öte yandan o kara günlerin etkisiyle savaş oyunlarıyla büyüyor ve çocuk aklımızla da olsa özgürlüğümüze kavuşacağımız günlerin hayalini kuruyorduk. Ailelerimizse bu esaretten kurtulmanın ve filizlenen kurtuluş ümidine omuz vermenin yollarını arıyorlardı. O günlerde amcam, İsmet’i de yanına alıp köyden Ardahan’a gitmişti. Rus askerleriyle Ermeni çetelerinin kol gezdiği şehirde bir ümit ışığı aramaya koyulmuşlardı. Bu sırada Rus birliklerinin, halkı bugünkü Halil Efendi Mahallesi’nde bir camide duyuru yapmak amacıyla topladıklarına şahit olmuş ve onlara karışıp camiye gitmişler. Rus askerleri ve Ermeni çeteleri 300 kadar Türk’ü bu camiye topladıktan sonra üstlerine caminin demir kapısını kapatıp camiyi ateşe vermişler.”
Gözyaşları hâlâ tütmekte olan yüreğindeki yangını söndürmek istercesine tespih tanesi gibi süzülüp göğsüne düşerken kolundaki yarayı ovuşturarak anlatmaya devam ediyordu. “Dediklerine göre üstlerine kapanan demir kapılı, dar pencereli ve yangının etkisiyle çöken camiden dışarı çıkmak mümkün değilmiş. Böylece camideki herkesi şehid etmişler. O gece biz eve amcamla İsmet’i beklerken ölüm haberleri geldi. Amcamın karısı, Gönül yenge, haberi alır almaz öyle feryatlar kopardı ki değil köyü; yeri göğü ayağa kaldırdı. O geceyi nasıl sabah ettik bilmiyorum. Ertesi gün babamla Gönül yenge, ben ne kadar ağlayıp sızlasam da beni yanlarına almadan Ardahan’a gittiler. Bir iz, bir ses, bir yaşam emaresi aradıkları ciğerparelerinin ancak küllerini bulabilmişler. Bu zulmün ardından mahalleden birkaç kişi yanık camiden çıkarabildiklerini furğunla taşıyıp mahalledeki mezarlığa defnetmişler. Olay duyulduğu her yerde büyük bir üzüntüye yol açmıştı. Yanarak ölenlerin seslerinin ve çırpınışlarının o mahallede yaşayanların hafızalarından silinmesi ise nasıl mümkün olabilsin? Hele ki eşini, çocuğunu, akrabasını yitirenlerin hali nice oldu, hiç bilmem.” der demez duraksadı sonra diline acı bir şey değmiş gibi devam etti: “Yo, hâşâ! Birini bilirim: Gönül yengem. Günlerce feryat figan ağladı ta ki dökecek yaşı kalmayana kadar. Sonraları yemez, içmez, hatta konuşmaz oldu. Annem lokmaları zorla ağzına tıkıştırıyor, ağzından bir iki kelam duymak için saatlerce dil döküyordu ancak boşuna. Komşular artık Gönül yengenin aklını yitirdiğini düşünmeye başlamışlardı. Ama bence asıl yitirdiği kalbiydi.” Derin bir iç çekti ve donuk bakışlarını bir müddet uzaklara çevirdi.
Elinin üzerinde bir ağaç kökü gibi yayılan damarlarına, içeri çökmüş yanaklarına ve şakaklarına baktım. Ağzında kalan birkaç diş ile ıslıksı sesler çıkardığından anlattıklarını işitebilmek için iyice dibine sokulduğumda konuşmaya devam etti. “Senin çocukluğundan beri gidip oturduğun şu kayalıklara da ‘Gönül Kayalıkları’ denmesi bundandır işte. Yengem sabahtan akşama kadar orada oturur, camide yakılan insanların yağlarının karıştığı söylenen Kura Nehri’ne bakar dururdu.” Bir ara acı acı tebessüm etti, sonra: “Kolumdaki bu yanık izine gelince, annem o günlerde beni Gönül yengemin yanından ayrılmamam için tembihleyip onu bir gölge gibi takip etmekle görevlendirmişti. Günler sonra bir gün kayalıklarda yengemin yanında oturup nehri izlerken İsmet’in üstüne düşen su damlasından bile hoşlanmadığı geldi aklıma. Aynı İsmet kim bilir etrafını saran alevler karşısında ne hissetmiştir diye bir merak sardı içimi. Sessizce oradan sıvışıp koşarak eve geldim, ocaktaki yanan ateşten bir parça odun alıp kolumu sıyırdım. Köz haline gelmiş odunu koluma bastırır bastırmaz bağırtım göğü aldı. Tam bu sırada Gönül yengemin elindeki su dolu güğümünü koluma döktüğünü ve beni omuzlarımdan tuttuğu ince parmaklarıyla kuvvetle sarstıktan sonra ‘Benim bir evladımı bu ateş aldı sen bir ikincisi mi olmak istiyorsun?’ deyip kemiklerimi çatırdatırcasına göğsüne bastırdığını hatırlıyorum. O günden sonra ona yenge demeye dilim varmadı. Beni oğlu yerine koyan yengeme anne demekten kendimi alamadım. Anneme bu isteğimi söylediğimdeyse gözyaşları patır patır döküldü. “Aferin benim akıllı oğluma!” deyip saçlarımdan öpüp bağrına bastırdığı hâlâ dün gibi hatırımdadır.”
Nedense birden eline kuru bir dal alıp bir yandan konuşurken bir yandan da söylediklerini çizmeye başladı. “Hayat dediğin nedir? Al eline bir çalı, biraz iniş biraz yokuş çiz, haydi yanlara birkaç çiçek birkaç da kuş çiz. Bu mudur?” Benden bir yanıt beklemediği besbelliydi, başını iki yana sallayarak devam etti: “Değil işte, öyle değil. Hayat tahayyül bile edemediklerine tahammül etmek zorunda kalışların toplamıdır. Çünkü insan tahayyül bile edemediklerine tahammül etmekle meşhurdur. Biz de başımıza gelenlere sabredip bir zaman sonra Kurtuluş Savaşı’nın da başlamasıyla Şark Cephesi’nde Kazım ve Halit paşaların önderliğinde yurdumuzu düşmandan kurtarma gayretine giriştik. İlk bölgesel kongreler bu bölgede toplanmaya başlamış ve giderek tüm yurtta karşılık bulmuştu. Hamdolsun o vakitler ben de ordumuza hizmet etme onuruna eriştim. Bak, Kazım Paşa’nın bir sözü vardır der ki: ‘Boğazlar boğazımız, Kars-Ardahan bel kemiğimizdir. Orası elde bulundurulmadıkça Anadolu’nun müdafaası zayıflar.’ Bu şiarda gücümüz yettiğince, elimizden geldiğince canımızı yurdumuza siper ettik. Camilerde insanlar değil kandiller yakılsın diye uğraş verdik. Hamdolsun ki Allah bizi muvaffak etti, Anadolu’yu müdafaa etme şerefine mazhar olduk.
Ya, evlat, işte böyle! Diyeceğim odur ki: nereye gidersen git oradaki çocukların gözlerini kan; gönüllerini kin bürümesin diye mücadele et. Ha, bir de yüzünü nereye dönersen dön, Anadolu’ya sırtını dönme!” Cebinden köstekli saati çıkarıp ufak bir ıslık çaldı. “Vakit ne çabuk geçmiş Ya Hu, az kaldı ki namazı kaçıralım!” deyip benden destek alarak kalktı. Abdest alıp camiye gittik. Dedemin anlattıkları o gün ve ertesi gün kafamın içinde dolaştı durdu. Hatta yolculuk için bavul hazırlarken de; anneme, ablalarıma, babama sarılırken de, dedemin elini öperken de ve dedem bana kehribar tespihini hediye ederken de… Gönül kayalıkları, Gönül yenge, İsmet ‘dede’, yanık cami, Anadolu, kül, Derviş Çavuş, Seyfettin Çavuş ve kehribar tespih…
Otobüs İstanbul için harekete geçtiğinde yoldaki diğer arabalara, otobüslere göz gezdirdim. Elleri çenelerinde uzakları seyredenler, yanındakine hararetle bir şeyler anlatanlar, gülenler, ağlayanlar, uyuklayanlar ve benim gibi uyuyamayanlar… Şunca insan dedim, şunca hayat, her biri farklı bir âlem. Kiminin cenazesi olmalı, kiminin yeni doğmuş bir çocuğu, kimi düğüne gidiyor olmalı, kimi boşanmış eşinden, kimi düş peşinde, kimi düşmüş düşünden… Ama işte hepsi aynı hikâyedeler dedim ve cebimden defterimle kalemimi çıkardım. Mürekkebimden ne damlarsa kâğıdıma o düştü. Yazacaklarım tükendiğinde kafamı çevirip ormanlığa baktım. Toprağı oyulmuş ağaçların yan yattığını ama umutla köklerine yaslanarak ayakta kalmaya devam ettiklerini düşündüm ve her birimizin Kura Nehri’nde akıp giden birer damla olduğumuzu. Buruk bir tebessüm yerleşti dudağıma. Camla başımın arasına hırkamı yerleştirip uyku karşısında ağırlaşan göz kapaklarımın yelkenleri suya indirmesini bekledim.
Uyudum, uyudum, uyudum ve bunu sadece yaşıyor olmanın bir gereği olarak değil tüm bu yaşananların bir rüya olduğunu umut ederek yaptım.