Sönmeden
yurdumun üstünde tüten en son ocak…”
Mehmet
Âkif Ersoy
Uyumak istedim, sadece uyumak ve
alev topu kesilen gözlerimi uykunun serin sularına usulca daldırarak sadece yaşıyor
olmanın gereklerinden birini yerine getirmek… Ama beceremedim. Şehirlerarası
otobüsten inip köy minibüsüne aktarma yaptıktan sonra başımdaki ağrının neyin
çağrısı olduğunu sorgularken içim geçmiş. Minibüs bozuk köy yollarında
ilerlerken uykusuzluktan yorgun düşen başım her çukurda camdan geri sekiyor ve sonra
tekrar cama yapışıyordu. Gözlerimde kan nehirleri dolaşsa da yarı açık gözkapaklarımın
arasından çocukluğumun geçtiği topraklara bakıyordum. Bir yandan geçmişi
hatırlamak dudaklarıma buruk bir tebessüm olarak yansıyor öte yandan geçmişe
duyduğum yabancılık hissi burnumun direğini sızlatıyordu. Köye yaklaştıkça
heyecanım artıyor, avuç içlerimdeki tomurcukları dizlerime silmek zorunda
kalıyordum.
Dağlar üstlerindeki karları
silkeleyip çoktan içlerindeki çiçeği böceği ortaya dökmüştü. Çağıldayan nehre,
neşeyle hoplayıp zıplayan hayvanlara ve yemyeşil otlara bakınca kendimi
yıkılmaz kaleler ardında güvende hissediyordum. Arabayı saran saman ve ahır
kokusunun karışımı artık arabaya ilk bindiğim anda olduğu kadar rahatsız edici
gelmiyordu. Böyle olur dedim kendi kendime. İnsan içinde yetiştiği kokuyu
garipseyebilir ondan bir müddet uzak kalınca. Sonra etrafıma şöyle bir göz
gezdirdim. Kimsenin değil kokudan rahatsız olmak bu kokuyu aldığından bile emin
değildim. Minibüs köy meydanına varmak üzereyken karşısına çıkan koyunlar
yüzünden sert bir frenle durmak zorunda kaldı. Ön koltuğa yapışıp kendi
koltuklarımıza geri döndükten sonra bu ani duruşa homurdanarak birer ikişer
ayaklandık. Kucağımdaki sırt çantamı sırtıma sallayıp minibüsün arkasındaki
bavulumu aldım. Eve doğru birkaç adım attıktan sonra arabadaki kokuyu köyden de
alınca istemsizce yüzümü buruşturdum. Uzun zaman şehirde kalıp da köye gelince
köyün kötü koktuğunu söyleyenleri pek hoş karşılamadığımız geldi aklıma,
utandım ve halime güldüm. Uzun zamandır hareketsiz oturmanın verdiği bacaklarımdaki
karıncalanma hissi ve hafif seğirmelerle eve doğru yürümeye başladım.
Meydandaki çeşme sanki az sonra
sular kesilecekmiş gibi akıyor civardaki üç beş çocuk ceplerindeki misketleri
şakırdatarak bisiklet yarışı yapıyorlardı. Hayvanları sulamaya getiren Neşe
teyzeyle karşılaştık, okul ve İstanbul üzerine sohbet ettik. Neşe teyze
evdekilere selam ve gözaydınlığı gönderdi. Yol boyunca Yakup amca, Cemal amca
ve Rasim dede ile de benzer konuşmalar geçti aramızda. Yürümeye devam ederken
köyde herkese dayı, amca, teyze ya da hala diye hitap ettiğimizi düşündüm. Şehirdeki
hanım ve beylerden uzak daha yakın ve samimi olduğumuzu hissettim. Köyün adını
taşıyan bir ailenin üyesiydik sanki hepimiz ve her birimiz buranın taşı,
toprağı, suyu, çimeni gibi buraya aittik. Şehirlerdeki ne köylü kalabilmiş ne
de şehirli olabilmiş kendini bir yere ait hissedemeyen insanlar gibi değildik.
Kimse buranın taşı toprağı altın diye buraya gelmemişti. Aksine çoğu buranın
taşından toprağından hayır gelmeyecek diye yükünü toplayıp bir hayır görmek
umuduyla şehirlere göçüp gitmişti. Kimisi aradığını bulmuş, kimisi bulduğuna
razı olmuş, kimisi gerisin geri köyünün yolunu tutmuştu. Peki, kalanlar niye
kalmıştı? Güneşi en önce karşılayan ama güneşin pek ısıtmadığı, kışın çetin,
geçimin güç olduğu bu toprakları niye beklemişti? Gidecek yerleri ya da güçleri
olmadığı için mi, gidecekleri yerlerde tutunamamaktan korktukları için mi, iyi
ya da kötü var olan düzenleri bozulmasın diye mi? Niye? Şüphesiz herkesin
kendince geçerli bir sebebi vardı, nasıl ki giden bir sebebini bulup gittiyse
kalan da bir sebebe tutunup kalmıştı işte.
Köşeyi döndüm, köy ekmeğinin kokusu
doldu ciğerlerime. Özlemişim, hem de nasıl. Bahçedeki yeşilin canlılığını,
etrafta böcek kovalayan tavukları, serinlikte dinlenen kazları, yuvasındaki
Duman’ı görünce gayriihtiyarî gülümsediğimi fark ettim. Kolu çevirsem
açılacağını bildiğim kapıyı sanki yabancı biriymiş gibi yumruklayarak çaldım ve
açılmasını bekledim. O sırada salonun perdesinin kıpırdadığını ve içeriden
birinin hızlıca kapıya koşarken şaşkınlıkla “Anne, Emre gelmiş!”diye
bağırdığını işitmiştim ki saniyeler içinde kapı açıldı. Küçük ablam Sultan
eşiği aşıp boynuma atıldı. Elimdeki çantaları yere bırakıp ben de ona sarıldım.
Az sonra “Gelmeme o kadar üzüldün ki beni soluksuz bırakıp öldürmek
istiyorsun.” diye takılınca kollarını boynumdan çözüverdi. Biraz geriye
çekilince gözlerinin buğulandığını gördüm, o sırada benim de gözlerim dolmuştu.
Çantalarımı içeriye almama yardım ederken soru yağmuruna çoktan başlamıştı ki
birden aklına annemlerin fırın damında olduklarını söylemek geldi. “Gidip haber
vereyim.” deyince onu durdurdum ve sürpriz yapmak istediğimi söyledim. Ablamın
az evvel geldiğimi sadece anneme değil tüm köye duyurmak istercesine
bağırdığını göz önüne alarak annemlerin onu duymamış olmaları için dua ettim.
Neyse ki bizimkilerin fırın damı adını verdiği yer o an içinde bulunduğum yeni
yapının yanında bulunan eski taş evde yer alan bir iç odaydı.
Evden
çıkıp eski taş eve doğru geçtim ve aradaki birkaç avluyu sessizce aştıktan
sonra yarı açık duran kapıyı iteleyip “Fatma ana hele ordan bize bi’ haçapur
ver de aç karnımızı doyuralım.” dedim. Annemin fırın ateşinden kızarmış, undan
aydınlanmış yüzü biraz daha kızardı ve biraz daha aydınlandı sanki. Elindeki
fırın küreğini önündeki sofraya bırakıp kollarını açarak ayağa kalktı. “Sonunda
evin yolunu hatırlayabildin be hayırsız!” demeyi de ihmal etmedi. Ben de
kucaklaşmak için sırada bekleyen büyük ablam Çiğdem’e yönelirken “Babamın
tayyaresi var da benden mi esirgiyorsunuz anacağım, anca gelebildik işte.” diye karşılık verdim. Yoldan, yolculuktan,
okuldan sorular art arda gelirken Çiğdem ablam haçapur siparişimi çoktan
hazırlamaya başlamış ve fırına vermesi için anneme paslamıştı. Tulum peyniri,
tereyağı ve köy ekmeğinin buluştuğu bu yiyecek önüme geldiğinde afiyetle yedim.
Babamı ve dedemi sorup biraz sohbet ettikten sonra yorgun olduğumu, Cuma
vaktine kadar uyumak istediğimi söyleyip beni salâ okunurken uyandırmalarını
rica ederek uyumak için müsaade istedim ve fırın damından ayrılıp eve geçtim.
Ben yüklükten yün döşekle yün yorganı alırken Sultan ablam da kaz tüyü yastık
getirdi. Yastığa başımı koyduğumda çocukluğumun kokusunu ve evde olmanın
huzurunu duyduğumu hatırlıyorum sonrası sanki beyaz bulutlar üstünde salınan
bir uçurtma…
Birkaç saat sonra omzumdaki hafif
sarsıntı bulutlar üzerindeki yolculuğumu sonlandırmaya yetti. Sultan ablam Cuma
vaktinin yaklaştığını biraz daha uyursam yetişemediğimi söyleyince yataktan
fırladım. Köylerde sular henüz yeni yeni evlere bağlanıyordu. Eskiden
çeşmelerden, derelerden kovalarla omuzlarda ya da at arabalarında taşınan suyun
yerini şimdilerde musluklardan akan su almaya başlamış ve insanları büyük bir
zahmetten kurtarmıştı. Daha önce köyde güğümlerle ve maşrapalarla kullandığımız
suyun musluktan aktığını görmek içimi bir hoş etmişti. Besleme çekip abdestimi
aldım ve temiz kıyafetler giydikten sonra caminin yolunu tuttum. Tabi camiye
varıncaya dek köye yeni geldiğimi gören insanların sevgi ve muhabbetine aynı
zamanda köyün okuyan nadir gençlerinden olduğum için duydukları saygıya mazhar
olmak gururumu okşamadı desem yalan olacak.
Camiye
vardığımda dedemin her zaman oturduğu sandalyenin yer aldığı ağaç sütunun
yanına yöneldim ve selam verip dedemin dizinin dibine oturdum. Beni fark edince
kalkıp eline sarılmak istedim ama aynı eliyle omzuma bastırarak beni durdurdu
ve “Ve aleyküm selam sefa geldin, namazdan sonra inşallah.” diye fısıldadı. Hasret
gidermeyi namazdan sonraya erteleyerek cumayı eda ettik. Namaz bittiğinde
kalkıp dedemin elini öptüm, sarıldık. Cemaatin namazın kabulü için tokalaşma
faslına eşlik ettik. Yine bu sırada dedeme göz aydınlığı verenlere ve benimle
ayaküstü sohbet edenlere karşılık verdik. Ardından ağır adımlarla eve doğru
yürüdük. Dedem yol boyunca İstanbul’daki akrabaları soruyordu. Tanıdığım
tanımadığım bir sürü isim ve bir o kadar da lakap -malum yiğit namıyla anılır
derler- duydum. Herkesin hallerini hatırlarını sordu. Ben de bana iletilen
selam ve duaların hatırladığım kadarını aktarma gayreti gösteriyordum. Dedemin
bastonuyla eş zamanlı olarak attığımız adımları izlemekten geri kalan vakitte
de bahçelerdeki ağaçlıklara göz atıyor, kuşların şarkılarına kulak
kabartıyordum. Böyle böyle eve vardığımızda bizi karşılayan kurulu sofrada öğle
yemeğimizi yedik. Annem ve ablamlar evin işleriyle meşgul olurlarken ben de
dedemin bahçedeki uğraşlarına yardım etmeyi kendime vazife belledim. Dedemin
zaten bir bastonu vardı ama ben birkaç aylığına ikinci bastonu olayım istedim.
Dışarıya
çıktığımızda dedem bana kazma küreğin yerini tarif ettikten sonra eski evin iç
avlusunda birkaç dakikalığına kayıplara karıştı. Elimde kazma ve kürekle
bahçeye çıkıp ağaçlığın etrafında gezinirken kucağında birer bebek gibi
hassasiyetle taşıdığı birkaç çam fidanıyla çıkageldi. Fidanları böyle
taşıyışından ziyade elinde bastonunun olmayışı dikkatimi çekti, şaşırdım. Onu
bastonsuz hayal edemediğimi hatta bastonunu sanki bir organ gibi vücudunun
ayrılmaz bir parçası olarak gördüğümü fark edince ürperdim. Zira üç beş yıl
öncesine kadar elinde görmediğim bu ağaç parçasına gözlerim o kadar alışmıştı
ki içim cız etti. Dedemin gençliğinde ne kadar iyi bir at binicisi olduğunu,
değil bütün köy bütün şehir bilir hatta yeri gelince söz meclislerinde bir
destan gibi anlatılırdı. Yaşı o vakitlere erişenler başlarını onaylayarak
sallar, ilk defa dinleyenler ise -ki bir zamanlar ben de onlardan biriydim-
hikâye bittikten sonra bile bir müddet açık kalan ağızlarını kapatamazlardı. At
binmesi kadar yetiştirdiği atlarının hızları ve güzellikleriyle de tanınan bu
ihtiyar adamın eski günlerine dair duyduğum en güzel söz ise oğlundan, yani
babamdandı. Onun deyimiyle, “Deden atına bindi mi herkes attan inerdi.” Şimdi
bir adımını öteki adımından daha ileriye atamayan bir adamın bir zamanlar böylesine
harika bir at binicisi olduğuna, hatta ileri yaşlarına değin ata üzengisiz tek
sıçrayışta bindiğine kim inanırdı ki? Bu soruya dedem kadar yaşayanlar inanırdı
dedim önce ama sonra asıl onun kadar yaşayanların bu duruma inanmakta en çok
zorluk çekenler olduğuna hükmettim kendimce. Hem sönmezden evvel bir mumu nasıl
inandırabilirsin ki tükendiğine, hadi yaptın diyelim, asıl o zaman söndürmüş
olmaz mısın kendi elinle?
Bir
yandan elindeki fidanları bir ağaç dibine bırakırken öte yandan göz ucuyla beni
izleyen dedemin “Adı ne?” sorusuyla daldığım düşüncelerden sıyrılıverdim ve
anlam veremediğim bu soru karşısında biraz da kekeleyerek “Ne-neyin adı?” diye
sordum. “Bu kadar kısa sürede o kadar uzaklara gittiğine göre bir yavuklun olsa
gerek.” karşılığını verdi. Yavuklun lafı geçince kıpkırmızı kesilen yüzümü ve
gözümün önüne gelen her sabah okulun bahçesinde karşılaştığım boynundan hiç çıkarmadığı
fuları gözleri kadar mavi olamayan kızı düşünmemeye çalıştım. Dilimin ucunda
biriken ‘Ben adını biliyor muyum ki sana da söyleyeyim.’ lafını yutup “Yok dede
onu da nerden çıkardın, bir anlığına dalmışım.” diyerek işin içinden sıyrılmaya
çalıştım. Ardından hızlıca kazma küreğe sarılıp dedemin gösterdiği yerleri
kazmaya koyuldum. Bir yandan toprak ve ağaçlarla ilgili neyi nasıl yapmak
gerektiğine dair tecrübelerini dinliyor öte yandan körpe fidanları toprakla
buluşturmadan önce yaptıklarını izliyordum.
Beş
fidanı da toprakla buluşturduktan sonra fidanların diplerine ayaklarıyla iyice
bastırdı ve bir kova su getirmemi istedi. Az sonra getirdiğim bir kova suyu
beşi arasında pay ettikten sonra ellerindeki ve dizlerindeki toza bakıp
gülümsedi. Bana dönerek “Şimdi, şu ihtiyar toprağa girecek yaşı çoktan
geçmişken ne demeye toza toprağa bulanıyor demiyorsun değil mi a oğlum?” diyerek
kendince aklımı okuduğunu düşündüğü bir soru sormuştu. Bense “Yok dedem
estağfurullah, ellerin dert görmesin. Hiç öyle şey der miyim?” deyince; “Hay
yaşa! Deme zaten. Dersen o gölgesinde oturduğun ağacı utandırmış olursun. Benim
babam yani senin büyük deden neme lazım deseydi sırtını yasladığın ağaç şimdi
orada olmazdı.” diyerek dikkatimi sırtımı yasladığım ağaca yönlendirdi. Başımı
geriye doğru ittiğimde kocaman açtığı kollarıyla sanki tüm gökyüzünü kucaklamak
isteyen kayın ağacına bakıp gülümsedim ve “Allah her ikinizden de razı olsun.” dedim.
Bir müddet sessizce oturup ağaçları, kuşları ve tatlı tatlı esen rüzgarı
dinledikten sonra yeleğinin cebinden köstekli saatini çıkarıp “Amma oyalanmışız
haa, şimdi na şöyle bir ağaç da Derviş Çavuş olmuştur.” dedikten sonra kalkmak
için benden destek bekledi, yardım ettim. Abdestlerimizi tazeledik ve müezzin
efendinin eli kulağındayken caminin yolunu tuttuk.
İkindi
namazını kıldıktan sonra Cuma vakti dolup taşan camiden şimdi yedi kişinin
ayrıldığını görünce cebimden not defterimle kalemimi çıkarıp: Yalnız karlar eriyince çağıldayıp coşan
derelerin ve yalnız Cuma vakitleri dolup taşan camilerin burukluğu var üzerimde
cümlesini yazdıktan sonra Derviş Çavuşla dedem Seyfettin Çavuşun ardı sıra
köy meydanına yürüdüm. Çavuş dediysem bu ‘lakap’ I. Dünya Savaşı sırasında
Kafkas Cephesi’nde çocuk yaşlarına rağmen at koşturarak orduya yardım eden bu
iki ihtiyara köy halkı tarafından verilen unvandı. O günlere dair yaşananları
köy eşrafından defalarca duymuş olsak da henüz ilk ağızdan dinlemek nasip
olmamıştı. Nicedir içimde yuvalanan bu hikâyeyi dinleme fikri için uygun bir
zemin oluşması duasıyla Derviş Çavuş’un köy bakkaliyesine yürüdük. Meydandaki
bakkala vardığımızda Derviş Çavuş cebindeki bez keseden anahtarını çıkarıp
bakkalın kapısını açınca burnuma kilo usulü satılan açık bisküvi kokusu geldi,
onlara fark ettirmeden derin bir nefes alıp gülümsedim. Bakkalın önündeki
sundurmanın altında bir müddet oturduk. Bir fırsatını bulup savaş yıllarını
anlattırmak istiyordum. Ama nafile. Her ikisi de pek konuşmuyordu,
konuştuklarında ise ağızlarından çıkan cümlelerin sayısı biri ikiyi geçmiyordu.
Dedem iki elini de dikine tuttuğu bastonunun üzerine koymuş ve çenesini de
ellerinin üzerine yerleştirmiş köy meydanına bakıyor ve oturduğu yerde
uyuklamaya başlayan Derviş Çavuş’u muhabbetlerine ortak etmeye çalışıyordu. Çok
sürmeden dedem Derviş Çavuş’a göz ucuyla bakıp “Çavuş nedir bu halin? Kaç
zamandır ayakta uyuyorsun.” deyince Derviş Çavuş’un olduğu yerde kıpırdanıp
vücudunu dikleştirdiğini ve birkaç saniye sessiz kaldıktan sonra gözlerinin
nemlendiğini gördüm. Hafif bir iç çekişin ardından sanki benden utanırcasına
dedeme doğru eğilerek şöyle fısıldadığını duydum: “Ne dersin Seyfo, Hatçe öleli
beri uyku uyuduğumu hatırlamıyorum.” Bunu duyunca yüreğimde şimşekler çakıverdi
sanki. Dedem çenesini bastonundan çekip arkadaşının gözlerine iyice bir baktı
ve sağ elini bastonundan ayırıp Derviş Çavuş’un dizine birkaç kez belli
belirsiz vurdu. Bense sevdiklerini toprakla kavuşturmuş ve sevdiklerine
kavuşmak için gün sayan bu iki ihtiyarı baş başa bırakıp arkadaşları görmek
bahanesiyle oradan ayrıldım.
Akşam
eve vardığımda babam da işten dönmüş kadro tamamlanmıştı. Elini öptüm,
kucaklaştık. Bana bakarken gözlerinin içi parıldıyordu, hoşuma gitti.
İstanbul’dan, akrabalardan, havadan sudan konuştuk. İlerleyen saatlerde bana
yöneltilen sorular yerini yavaş yavaş yakın zamanda yaylaya çıkılacağına,
hayvanlardaki hastalıkların nasıl hal çaresine bakılacağına, yaklaşan hasat
zamanı için yapılması gereken hazırlıklara yönelik konuşmalara bıraktı. Derken
sahiden de birkaç hafta içinde dedem, ben ve Çiğdem ablam yaylaya çıktık;
annem, babam ve Sultan ablamsa köyde kaldılar. Yaylanın gür yeşilliği ve güzel
havası hayvanlardaki hastalıklara iyi geldiği gibi sütün, yağın ve peynirin de
bereketini artırdı. İzleyen haftalarda ise hasat zamanının başlaması
dolayısıyla köyle yayla arasında mekik dokumaya başladık. Çiğdem ablamla ben gündüz
tarlada çalışıyor, akşam ise yaylaya gidip oradaki işlere el atıyorduk. Hasadı kaldırmamız
bir ay kadar sürdü ve bu sırada köye gelgitlerimiz de azaldı. Yayladan inmek
içinse havaların biraz daha soğumasını bekledik. Çalışırken zamanın nasıl
geçtiğini anlamaya pek fırsat olmuyordu ama bu zamanlarda da içilen bir damla
suyun, yenilen bir tabak yemeğin, yayla meydanında yakılan akşam ateşinin
etrafında söylenen türkülerin, yapılan muhabbetlerin tadına doyum
olmuyordu. İki ay kadar süren bu dönem
yeşilin sarıya, yazın güze, sıcağın soğuğa evrilmesi ve okulun başlayacak
olması dolayısıyla yönümün İstanbul’a çevrilmesiyle nihayet bulmak üzereydi.
Havalar
soğuyunca yayladan köye dönüşler de başladı. Birkaç gün sonra ise Ardahan’a gidip
iki hafta sonrası için İstanbul’a dönüş biletimi kestirdim. İnsan çocukken
büyümek hevesiyle bir an evvel zaman geçsin istiyor ama biraz büyüyünce işin
rengi değişiyor. Köye geleli iki aydan fazla olmuştu oysa bu gören gözler için
iki saniyeden fazlası değildi. İstanbul’a dönüş yolu daha şimdiden gözümde
büyümeye başlamıştı. Bunu düşünmemeye çalışarak annemlerin istediği öteberiyi
aldıktan sonra köye döndüm.
Köye
varınca Çiğdem ablam: “İstanbul’dan Yılmaz diye biri aradı seni, okuldan
arkadaşınmış.” der demez telefona sarıldım ve Yılmaz’ı aradım. Beklediğim haberin Almanya’dan geldiğini ve
eğitim için Almanya’daki önemli bir üniversiteye kabul edildiğimi söyledi. Kısa
bir şokun ardından sevinçten yerimde duramadığımı fark ettim. Yılmaz’la bir
müddet daha konuştuktan sonra telefonu kapatıp bu haberi evdekilerle
paylaşmanın yollarını düşünmeye başladım. Eğitimime yurtdışında devam etme fikrim
oldukça yeni sayılırdı ve biraz da şansımı denemek amacıyla birkaç ülkeye
başvuruda bulunmuştum dolayısıyla ailemin bu durumdan haberi yoktu. Akşam
yemeğinin ardından çaylar içilirken konuyu açmaya karar verdim ve öyle de
yaptım. Ancak bu haberi verdiğimde herkesin yüzüne bir gölge düştü. Sanki güneş
bir anlığına bulutların arkasında kalmış sonra tekrar belirivermişti. Kısa bir
suskunluğun ardından babam ve ablalarım zoraki bir gülüşle tebriklerini ilettiler.
Dedemse elindeki tespihi çevirmeye bir müddet ara verdikten sonra hiçbir şey
söylemeden tespihini tekrar eski ritmiyle çevirmeye devam etti. Durumu en soğuk
karşılayansa annem oldu ve henüz bitmemiş çayını tazelemek için ayaklanıp
mutfağa geçti. Şüphesiz bu soğuklukta kardeşlerinin çalışmak için gittikleri
Almanya’dan pek sık gelmemeleri etkili olmuştu. Ancak durumu etraflıca ele alıp
onları anladığımı, gurbetliğin benim için de zor olduğunu ancak alacağım
eğitimin ve öğreneceğim yabancı dilin geleceğim için ne kadar önemli olduğunu
anlattığımdaysa buzlar biraz da olsa çözülür gibi oldu. Yine de annemin
gözyaşlarının dindiğini görmek pek mümkün olmadı ve bu durum ben köyden
ayrılana kadar hatta eminim ki ayrıldıktan sonra bile devam etti.
İstanbul’a
dönmeden iki gün önce çocukken yaptığım gibi evimizin aşağısındaki kayalıklara
oturup Kura Nehri’ne bakarak geçmiş ve gelecek arasında düşünürken cebimden
defterimle kalemimi çıkarıp şunları yazdım: Nehirde
koşan bir damlanın hep çok uzaklara çekip gittiğine inanırdım. Oysa yolda o
damlaya denk gelen güneşin onu buharlaştırıp gerisin geri aynı yere yağmur
olarak dökmediği ne belli? Bir müddet orada öylece oturup gökte uçan
kartallarla, akıp giden Kura ile ve geçip giden çocukluğumla hasret giderdikten
sonra evin yolunu tuttum. Bahçeye vardığımda dedemin güneşin altında gözünden
sakındığı atı Rüzgâr’ı yıkayıp kaşağıyla saçlarını tararken buldum. Yanına
varıp ona yardım ettim. Bu sırada dedemin sol kolunun altında bir yanık izi
olduğu gözüme çarptı. Rüzgâr’ı yıkayıp saçlarını taradıktan sonra bahçedeki
ağaçların gölgesine geçip oturduk. Dedem saniyeleri sayar gibi tespihini ‘tak
tak’ çevirirken ona kolundaki yanığı sordum. Sözlerim kulağına değer değmez gözlerinin
kısıldığı dikkatimden kaçmadı ve sanki yarasını yoklarcasına gayriihtiyarî
olarak sağ elini yara izine götürerek kolunu okşadı. Bense kendimi birden o
uzun zamandır beklediğim hikâyeyi hiç beklemediğim bir anda dinlerken buldum.
“Sene
1915, aylardan Ocaktı. 93 Harbi’nden beri Çarlık Rusya’nın işgali altında olan
Elviye-i Selase’de, Sarıkamış Harekâtı’nın harladığı özgürlük ateşiyle
hareketli günler yaşanıyordu. Senelerce Kura Nehri’nin bir kıyısında Türkler
öte kıyısında Ermeniler kardeşçe yaşamış, yeri gelmiş ekmeğini bölmüş, yeri
gelmiş acısını paylaşmış, yeri gelmiş kız alıp vermişken; günü gelmiş Rus’un,
İngiliz’in, Fransız’ın galeyanına gelerek eskiden sevgiyle sarıldıkları
insanların boğazlarına o günlerde nefretle sarılır olmuştu. Köydeki bu evlerde
babamla amcam, iki kardeş, birlikte yaşıyorlardı. Amcamın benden birkaç ay
büyük bir oğlu vardı, adı: İsmet. İsmet’le ben bu bahçede koşar oynardık. Hayvanları
güder, bir parça ekmeği pay edip yerdik. Kardeş çocukları gibi değil kardeş gibiydik
anlayacağın. Öte yandan o kara günlerin etkisiyle savaş oyunlarıyla büyüyor ve çocuk
aklımızla da olsa özgürlüğümüze kavuşacağımız günlerin hayalini kuruyorduk. Ailelerimizse
bu esaretten kurtulmanın ve filizlenen kurtuluş ümidine omuz vermenin yollarını
arıyorlardı. O günlerde amcam, İsmet’i de yanına alıp köyden Ardahan’a gitmişti.
Rus askerleriyle Ermeni çetelerinin kol gezdiği şehirde bir ümit ışığı aramaya
koyulmuşlardı. Bu sırada Rus birliklerinin, halkı bugünkü Halil Efendi
Mahallesi’nde bir camide duyuru yapmak amacıyla topladıklarına şahit olmuş ve
onlara karışıp camiye gitmişler. Rus askerleri ve Ermeni çeteleri 300 kadar
Türk’ü bu camiye topladıktan sonra üstlerine caminin demir kapısını kapatıp
camiyi ateşe vermişler.”
Gözyaşları
hâlâ tütmekte olan yüreğindeki yangını söndürmek istercesine tespih tanesi gibi
süzülüp göğsüne düşerken kolundaki yarayı ovuşturarak anlatmaya devam ediyordu.
“Dediklerine göre üstlerine kapanan demir kapılı, dar pencereli ve yangının
etkisiyle çöken camiden dışarı çıkmak mümkün değilmiş. Böylece camideki herkesi
şehid etmişler. O gece biz eve amcamla İsmet’i beklerken ölüm haberleri geldi.
Amcamın karısı, Gönül yenge, haberi alır almaz öyle feryatlar kopardı ki değil
köyü; yeri göğü ayağa kaldırdı. O geceyi nasıl sabah ettik bilmiyorum. Ertesi
gün babamla Gönül yenge, ben ne kadar ağlayıp sızlasam da beni yanlarına
almadan Ardahan’a gittiler. Bir iz, bir ses, bir yaşam emaresi aradıkları
ciğerparelerinin ancak küllerini bulabilmişler. Bu zulmün ardından mahalleden
birkaç kişi yanık camiden çıkarabildiklerini furğunla taşıyıp mahalledeki
mezarlığa defnetmişler. Olay duyulduğu her yerde büyük bir üzüntüye yol
açmıştı. Yanarak ölenlerin seslerinin ve çırpınışlarının o mahallede
yaşayanların hafızalarından silinmesi ise nasıl mümkün olabilsin? Hele ki
eşini, çocuğunu, akrabasını yitirenlerin hali nice oldu, hiç bilmem.” der demez
duraksadı sonra diline acı bir şey değmiş gibi devam etti: “Yo, hâşâ! Birini
bilirim: Gönül yengem. Günlerce feryat figan ağladı ta ki dökecek yaşı
kalmayana kadar. Sonraları yemez, içmez, hatta konuşmaz oldu. Annem lokmaları
zorla ağzına tıkıştırıyor, ağzından bir iki kelam duymak için saatlerce dil
döküyordu ancak boşuna. Komşular artık Gönül yengenin aklını yitirdiğini
düşünmeye başlamışlardı. Ama bence asıl yitirdiği kalbiydi.” Derin bir iç çekti
ve donuk bakışlarını bir müddet uzaklara çevirdi.
Elinin
üzerinde bir ağaç kökü gibi yayılan damarlarına, içeri çökmüş yanaklarına ve
şakaklarına baktım. Ağzında kalan birkaç diş ile ıslıksı sesler çıkardığından
anlattıklarını işitebilmek için iyice dibine sokulduğumda konuşmaya devam etti.
“Senin çocukluğundan beri gidip oturduğun şu kayalıklara da ‘Gönül Kayalıkları’
denmesi bundandır işte. Yengem sabahtan akşama kadar orada oturur, camide
yakılan insanların yağlarının karıştığı söylenen Kura Nehri’ne bakar dururdu.” Bir
ara acı acı tebessüm etti, sonra: “Kolumdaki bu yanık izine gelince, annem o
günlerde beni Gönül yengemin yanından ayrılmamam için tembihleyip onu bir gölge
gibi takip etmekle görevlendirmişti. Günler sonra bir gün kayalıklarda yengemin
yanında oturup nehri izlerken İsmet’in üstüne düşen su damlasından bile
hoşlanmadığı geldi aklıma. Aynı İsmet kim bilir etrafını saran alevler karşısında
ne hissetmiştir diye bir merak sardı içimi. Sessizce oradan sıvışıp koşarak eve
geldim, ocaktaki yanan ateşten bir parça odun alıp kolumu sıyırdım. Köz haline
gelmiş odunu koluma bastırır bastırmaz bağırtım göğü aldı. Tam bu sırada Gönül
yengemin elindeki su dolu güğümünü koluma döktüğünü ve beni omuzlarımdan
tuttuğu ince parmaklarıyla kuvvetle sarstıktan sonra ‘Benim bir evladımı bu
ateş aldı sen bir ikincisi mi olmak istiyorsun?’ deyip kemiklerimi
çatırdatırcasına göğsüne bastırdığını hatırlıyorum. O günden sonra ona yenge
demeye dilim varmadı. Beni oğlu yerine koyan yengeme anne demekten kendimi
alamadım. Anneme bu isteğimi söylediğimdeyse gözyaşları patır patır döküldü. “Aferin
benim akıllı oğluma!” deyip saçlarımdan öpüp bağrına bastırdığı hâlâ dün gibi
hatırımdadır.”
Nedense
birden eline kuru bir dal alıp bir yandan konuşurken bir yandan da
söylediklerini çizmeye başladı. “Hayat dediğin nedir? Al eline bir çalı, biraz
iniş biraz yokuş çiz, haydi yanlara birkaç çiçek birkaç da kuş çiz. Bu mudur?”
Benden bir yanıt beklemediği besbelliydi, başını iki yana sallayarak devam
etti: “Değil işte, öyle değil. Hayat tahayyül bile edemediklerine tahammül
etmek zorunda kalışların toplamıdır. Çünkü insan tahayyül bile edemediklerine
tahammül etmekle meşhurdur. Biz de başımıza gelenlere sabredip bir zaman sonra
Kurtuluş Savaşı’nın da başlamasıyla Şark Cephesi’nde Kazım ve Halit paşaların
önderliğinde yurdumuzu düşmandan kurtarma gayretine giriştik. İlk bölgesel
kongreler bu bölgede toplanmaya başlamış ve giderek tüm yurtta karşılık
bulmuştu. Hamdolsun o vakitler ben de ordumuza hizmet etme onuruna eriştim.
Bak, Kazım Paşa’nın bir sözü vardır der ki: ‘Boğazlar boğazımız, Kars-Ardahan
bel kemiğimizdir. Orası elde bulundurulmadıkça Anadolu’nun müdafaası zayıflar.’
Bu şiarda gücümüz yettiğince, elimizden geldiğince canımızı yurdumuza siper
ettik. Camilerde insanlar değil kandiller yakılsın diye uğraş verdik. Hamdolsun
ki Allah bizi muvaffak etti, Anadolu’yu müdafaa etme şerefine mazhar olduk.
Ya,
evlat, işte böyle! Diyeceğim odur ki: nereye gidersen git oradaki çocukların
gözlerini kan; gönüllerini kin bürümesin diye mücadele et. Ha, bir de yüzünü
nereye dönersen dön, Anadolu’ya sırtını dönme!” Cebinden köstekli saati çıkarıp
ufak bir ıslık çaldı. “Vakit ne çabuk geçmiş Ya Hu, az kaldı ki namazı
kaçıralım!” deyip benden destek alarak kalktı. Abdest alıp camiye gittik.
Dedemin anlattıkları o gün ve ertesi gün kafamın içinde dolaştı durdu. Hatta
yolculuk için bavul hazırlarken de; anneme, ablalarıma, babama sarılırken de,
dedemin elini öperken de ve dedem bana kehribar tespihini hediye ederken de…
Gönül kayalıkları, Gönül yenge, İsmet ‘dede’, yanık cami, Anadolu, kül, Derviş
Çavuş, Seyfettin Çavuş ve kehribar tespih…
Otobüs
İstanbul için harekete geçtiğinde yoldaki diğer arabalara, otobüslere göz
gezdirdim. Elleri çenelerinde uzakları seyredenler, yanındakine hararetle bir
şeyler anlatanlar, gülenler, ağlayanlar, uyuklayanlar ve benim gibi uyuyamayanlar…
Şunca insan dedim, şunca hayat, her biri farklı bir âlem. Kiminin cenazesi
olmalı, kiminin yeni doğmuş bir çocuğu, kimi düğüne gidiyor olmalı, kimi
boşanmış eşinden, kimi düş peşinde, kimi düşmüş düşünden… Ama işte hepsi aynı hikâyedeler
dedim ve cebimden defterimle kalemimi çıkardım. Mürekkebimden ne damlarsa kâğıdıma
o düştü. Yazacaklarım tükendiğinde kafamı çevirip ormanlığa baktım. Toprağı
oyulmuş ağaçların yan yattığını ama umutla köklerine yaslanarak ayakta kalmaya
devam ettiklerini düşündüm ve her birimizin Kura Nehri’nde akıp giden birer
damla olduğumuzu. Buruk bir tebessüm yerleşti dudağıma. Camla başımın arasına
hırkamı yerleştirip uyku karşısında ağırlaşan göz kapaklarımın yelkenleri suya
indirmesini bekledim.
Uyudum,
uyudum, uyudum ve bunu sadece yaşıyor olmanın bir gereği olarak değil tüm bu
yaşananların bir rüya olduğunu umut ederek yaptım.